Atilla Dorsay

13 Mayıs 2021

İyi ile kötünün amansız mücadelesi

Filmin çok iyi anlatılmış olduğu ve seyirciyi çok sürüklediği söylenemez. Ama bir yandan konusu (hele bu tür mistik ve felsefi temalara ilgi duyanlar için), öte yandan oyunculuğu insanı alıp götürüyor

TAŞ OCAĞI

X X X

(The Quarry)

Yönetmen: Scott Teems
Senaryo: Scott Teems, Andrew Brotzman
Görüntü: Michael Alden Lloyd
Müzik: Heather Mcİntosh
Oyuncular: Shea Whigham, Michael Shannon, Catalina Sandino Moreno, Bobby Soto, Bruno Bichir, Alvaro Martinez, Anna Walt

Amerikan filmi, 2020

Ben de kimi güncel filmleri yazmak istiyorum. Ama sitelerin hepsine erişim sağlayamıyorum. Öte yandan meslektaşlarımın görüp övdüğü kimi filmler üzerine yazmak bir yana, sonuna dek izleyemediklerim bile oluyor!.. O zaman benim kişisel zevkime uygun filmleri arayıp bulmaktan başka çare kalmıyor.

İşte son günlerde Digitürk'te yakaladığım ve benim için tam bir sürpriz oluşturan bir film. Herkese göre olmayabilir ama dikkatli, sabırlı ve farklı film peşinde bir seyirci de bayılabilir. İnternette olduğu gibi...

Film ABD'nin hemen Meksika sınırı yakınında geçiyor. Bir yangınla açılan filmde önce garip kılıklı, sakallı bir adam tanıyoruz. Onun David Martin adında bir rahip olduğu anlaşılıyor. Arabasıyla yola çıkan Martin, o vahşi Batı Texas dekorunda ölü gibi yatan bir adamı bulup kendisine getiriyor; sonra da onu arabasına alıyor. Bu ağzını bıçak açmayan, hiçbir soruya yanıt vermeyen adamı dinsel temelli bir konuşmayla sürekli kışkırtmak hatasını işliyor rahip... Ama sonuç acı oluyor ve o garip adam rahibi öldürüyor. Sonrasında da cesedini vadinin dibindeki bir taş ocağına saklıyor.

Böylece bu çağdaş western dekoru içinde sanki bir kara-film başlıyor. Adını bilmediğimiz katil rahibin arabasını alıyor. İçindeki kalın İncil, kimlik ve çeşitli belgelerle birlikte... Ve arabayı rahibin yolda sözünü ettiği yere doğru sürüyor. Geldiği yöre, bir kilisenin çevresinde yarısı Meksikalılardan oluşan bir küçük kasabadır. Orada onu evine yerleştiği güzel Celia, namuslu şerif John Moore, belki o taş ocağında olup biteni görmüş olabilecek yasadışı Valentin ve himayesindeki küçük oğlan Soto karşılayacaktır. Ve gerçekler çok yavaş biçimde de olsa, giderek ortaya çıkacaktır.

Bir canavarın insana dönüşümü

Film son dönemde çoğalan ve sanki klasik westerne modern bir yorum getirmeyi deneyen yapımlardan biri. Ki onlardan ikisini son yazılarımda ele almıştım. Emin olun, bu benim özel western tutkumdan kaynaklanmıyor; öyle bir tutkum yok! Daha çok bu türün kendini yenileme özelliğinden kaynaklanıyor denebilir. Damon Galgut'un 1995'te yayımlanmış romanının bu uyarlaması, bu kez açılımını bir gerilimin yanı sıra başka bir alana kaydırıyor: din kurumu ve onun bireye getirip götürdükleri...

İlk ve gerçek rahibin ayakları yere basmayan ve tam bir alkolik olan kişiliğinin yanı sıra, ikinci ve sahtekâr rahip en büyük suç olan insan canlarını almanın bedelini kendi kendisine ödetmeye başlıyor; polisi ve olası bir adaleti beklemeksizin...

Ve o, giderek bilgisiz, beceriksiz, kötücül bir rahip bozuntusundan en azından vicdan sahibi bir insan olmaya doğru kayıyor. Her gün okuyup bir şeyler öğrendiği İncil'i cemaatinin karşısında da kelimesi kelimesine okuyor. Ve okurken o da öğreniyor. Üstelik bunu öyle bir içtenlikle yapıyor ki, o mütevazı cemaat giderek büyüyor.

Filmde dendiği gibi "suçluluk ağır bir yüktür ve çoğu insan onu yalnız başına taşıyamaz". Sahte din adamımız için artık kendisine güvenen, inanan ve yardımını bekleyen o cemaat da artık gerçek dostlarıdır. Taş ocağının diplerini karıştırmayı unutmayan polis ve de amansız düşmanları ise pusuda beklemektedir.

Dinin önemine değinme çabası

Filmin çok iyi anlatılmış olduğu ve seyirciyi çok sürüklediği söylenemez. Ama bir yandan konusu (hele bu tür mistik ve felsefi temalara ilgi duyanlar için), öte yandan oyunculuğu insanı alıp götürüyor. Hangi gerçek öykünün diplerinde, sonuç olarak iyilikle kötülüğün mücadelesi yatmaz ki... Burada iyiliği dinden ve eline alıp bırakmadığı Kutsal kitaptan öğrenen adamın öyküsü (gerçek adını asla öğrenemiyoruz), bence çok etkileyici.

Ve filmden hoşlanmak için illa da dindar olmak gerekmiyor. Din kurumu üzerine kafa yormuş ve en azından önemine inanmış olmak yetiyor.

Oyunculara gelince... İki baş rol özellikle dikkat çekiyor. Eşini kazada yitirmiş olmanın melalini taşıyan şerif Moore rolünde geçmişte birçok sanatsal filmde izlediğimiz Michael Shannon'u bunca zaman sonra yeniden bulmak keyifli.

Ama asıl ağırlığı taşıyan Adam'da Shea Whigham dikkate değer bir oyun veriyor. Daha önce de birçok filmde yan roller almış, ama ben pek tanımıyordum doğrusu... Sonuç olarak, bence görülmeye ve tartışılmaya değer bir film...



Tüm okurlarımın şeker bayramını candan kutlarım...