ONUR (Pride) X X X X Yönetmen: Matthew Warchus
|
80’li yıllar. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher yönetimleri, emeği sermayenin karşısında, özgür gösteri ve protesto haklarını düzeni ve sistemi koruma içgüdüsü karşısında ikinci plana itmişler, kapitalizmin keskin borusunu çalmaya koyulmuşlardır.
ABD neyse, ama İngiltere gibi demokrasinin beşiği olan, işçi sınıfının herzaman güçlü olduğu bir ülkede, bu kolay mıdır? Ama Demir Lady’nin taviz vermeye hiç niyeti yoktur. Filmin içine ustaca yerleştirilmiş, o günlerden kalma beyanat kırıntılarında bile, işçi sıınfına karşı kararlılığı belirgindir.
Hele 1984’de patlak veren ve bir yıla yakın süren o ünlü madenciler grevinde!...İngiliz sanayiinin dayandığı madenler, özellikle de kömür üzerine bilgiler, filmin içine yine ustaca sızdırılmıştır. Hele o tüm Avrupa’yı kateden kömür damarının yaşlı kıtanın sanayileşmesinde oynadığı rol üzerine...
Ama madencilerin durumu, günümüz Türkiye’sinden farksızdır. Geçmişte Vadim O Kadar Yeşildi Ki adlı Ford klasiğinden birçok Ken Loach filmine sinemanın hep eğildiği bu konuda, tarihinin en zor durumlarından birini yaşamakta, grevi inatla sürdüren işçiler ve aileleri yoksulluk sınırının altına inmektdir.
Beklenmedik bir destek, İngiltere’de yeni yeni yeşeren Eşcinsel ve Lezbiyen kuruluşlarından gelir. Onlar kendilerini de sistemin ezdiği emekçiler gibi görmettedir: ezilen, horlanan, azınlık statüsü içinde temel insan haklarından uzak tutulan bir kitle... Niçin madencilere yardım için para toplamasınlar ki...
Ve toplarlar. Üstelik büyük meblağlar...Ama başta kimi tutucu iş çevre ve örgütleri olmak üzere, toplumun bir bölümünden tepki alırlar. Ne var ki toplumsal tarih önlenemez akışını sürdürecek ve bu işbirliği somut biçimde hayat bulacaktır. Ki gelecek bir günde, bu kez işçi sendikaları eşcinsel örgütlere başvurup onların büyük bayramlarına katılmayı talep edinceye dek...
Tam İngiliz usulü bu siyasal komedi, doğrusu 12’den vuruyor. Tüm o kalabalık grev, protesto veya bayram sahneleri son derece canlı biçimde çekilmiş: araya konan gerçek belgesel parçalarıyla birlikte... Mizah ise hiç durmuyor, espriler yağmur gibi yağıyor.
En önemlisiyse filmin içerdiği ve önerdiği o benzersiz hoşgörü mesajı. Hoşgörü ve empati: Bunlarsız artık çağdaş bir toplum modeli olabilir mi?
Böylece, koyu İngiliz tutuculuğuyla toplumun büyük bir kısmının marjinal bulduğu cinsel tercihler ve onu dışavurum biçimleri biraraya geldiğinde oluşan çatışma, giderek anlaşma ve hoşgörmeye dönüşüyor. Ve hiç beklenmedik itiraflar ve şaşırtıcı durumlara: o yaşlı işçi liderinin aslında ‘gay’ olduğu itiraf etmesi, o yaşlı kadının yeni tanıdığı iki kadına “nerede bakayım benim lezbiyenlerim? diye seslenmesi, gay’liğini ilk kez açıklayıp hayatını yaşama kararını alan genç çocuğun sosyetik ailesinin, o soylu konukları önünde oğlanı bağırlarıına basmaları. Ne sempatik sahneler, ne görkemli hoşgörü mesajları...
Sinema yoluyla verilmiş bu güzel ve çağdaş mesajları, üstelik kahkaha bombardımanı vaat eden bir filmde izleme fırsatıın sakın kaçırmayın derim!...
İnsanoğlunun içindeki inanılmaz kötülük üzerine
KARANLIK YERLER (Dark Places) X X X Yönetim ve senaryo: Gilles Paquet-Brenner
|
Bu kez işler biraz karışmış. Senaryoyu, filmi de yöneten ve ardında birkaç film bulunan Fransız sanatçısı Gilles Paquet-Brenner yüklenmiş. Karşımızda yine gerilimli, çarpıcı ve ürpertici bir suç öyküsü var. Ama kusurlarıyla birlikte...
Yazarın insanoğlunun içindeki kötülüğe ve de Amerikan taşrasının gizli günahlarına özel bir ilgisi var anlaşılan...Bu kez, 8 yaşındayken tüm ailesi ayni evin içinde, yanıbaşında öldürülen bir kızın, çeyrek yüzyıl sonra bu olayın yeniden peşine düşmesi anlatılıyor.
Film iki ayrı zamanda, cinayet sırasında ve de günümüzde gelişiyor. Bu çifte zamanı koşut biçimde anlatan film izleme zorlukları yaratırken, hikayenin çok katmanlılığı da hayli yorucu oluyor. Konuya fazla girmeyeceğim, seyir keyfinizi bozmamak için..Ama ayni filmin içinde bir yandan baba Runner, Diondra ve kızı, kiralik katil gibi insanın içine sızmış kötülüğün en koyu halini gösteren kişiler çizilirken, öte yandan o uzak taşradaki gençlerin satanist örgütlerden alkol ve de uyuşturucu tutkunluğuna yaşadıkları da kolay kolay kabul edilecek şeyler değil.
Hele o ‘seri cinayetleri araştırma derneği!’...O genç, güzel insanların adalet tarihinin derinliklerine dalıp en korkunç cinayetlerin peşine düşmesi...Tek sözcükle abartılı.
Demek ki, daha yazarından başlayarak bir tür okuru/seyirciyi manipüle etme, ne yapıp edip şoke etme niyeti ve çabası seziliyor. Has kara filme yakışmayan bir tavır.
Öte yandan, senaryo hayli karışık. Ve olayları gereken netlikte veremiyor. Onca kalabalık kişilerden birkaçı filmin selameti için gözden çıkarılıp, hikaye biraz daha sadeleştirilseydi...Örneğin o satanizm olayı hiç yerine oturmamış. İlla da gerekli miydi?
Yine de meraklılarınca görülmeye değer bir film bu...Tüm hikayeyi saran ve özellikle finalde ortaya çıkan o şeytani kötülük hissi, sanırım çok kişiyi etkileyecektir.
Oyunculara gelince...Charlize Theron, tüm filmi yırtık bir blucin ve delikli bir T-shirt’le katederken, sanki yıllar önce kendisine Oscar getiren Monster- Canavar filmindeki kompozisyonunu aratmıyor. Diğer oyuncular da iyi seçilmiş ve yönetilmiş. Tüm bunlar, özellikle polisiye meraklılarını belli ölçüde çekecektir sanırım.
Yarın: TERMİNATÖR 5 ve ESCOBAR: KAYIP CENNET