Atilla Dorsay

10 Ocak 2025

İran’dan gelen şaşırtıcı ve sürprizli bir yapım

Kutsal İncirin Tohumu, ne yazık ki ilk yarıdaki etkisini giderek yitiriyor. Uzunluğundan değil sadece... Başka yollara sapmasından... Örneğin bir polisiyeye dönüşmesi gerekli miydi? Yeterince polisiye izlemiyor muyuz?

KUTSAL İNCİRİN TOHUMU

X  X  X

(The Seed of the Sacred Fig)

Yönetim ve senaryo: Mohammad Rasoulof
Görüntü: Pooyan Aghababaei
Müzik: Karzan Mahmud
Oyuncular: Misagh Zare, Soheila Golestani, Mahsa Rostami, Setareh Maleki, Niousha Akhshi, Reza Akhlaghi, Shiva Ordooei, Amineh Arani

İran- Fransız filmi, 2024

İşte uzun zamandır göremediğimiz İran sinemasından gelen bir örnek... Son Cannes şenliğinde tam anlamıyla ödül yağmuruna tutulmuş: Jüri Özel Ödülü, uluslararası sinema yazarlarının FİPRESCİ Ödülü, Ökümenik Jüri Ödülü, Sanat ve Deney Filmleri Ödülü, François-Chalais Ödülü... Daha ne olsun?

Ama seyri biraz sabır isteyen bir film... En azından uzunluğu yüzünden; tam 2 saat 46 dakika... Dayanmak kolay mı? Yine de görülmesinde fayda var: bizim çevremizde, yani Orta Doğu’da geçen bu hikâye, bizler için de sinema sanatının dışında da birçok açıdan önem taşıyor; düşündürücü ve öğretici ögeler içeriyor.  

Film günümüz Tahran’ında açılıyor. Geniş ölçüde hâlâ namazında- niyazında bir toplum... Ve bir gece yolculuğu görüyoruz. Bir mutlu aile tanıyoruz: Bir karı-koca, iki büyümüş kızları. Yani İman, eşi Najmeh, kızları Rezvan ve Sana... İman bir yasa adamıdır; bir hakim... Orada dendiği gibi, bir soruşturmacı. Ve de gerçek vicdan sahibi bir insan...

Ama günümüz İran’ında bu nitelikleriyle davranması son derece müşküldür. Önünde duran 5 ciltlik dava dosyaları onun düşündüğü kararları almasına izin vermez. Öyle bir ülkedir ki bu, tesettür (örtünme) hâlâ gereklidir. Yargılanmada hâlâ kimi suçların “Allah’a karşı” işlendiği söylenince akan sula durur!.. Her yerde sarıklı insan resimleri görülür; çoğu başörtülü kadınlar, kızlar yurtlarda kalır. Savcıya karşı çıkmak ölüm cezası talebine yol açar. Eylemlere katılmak ise beş yıl hapisten başlar. Sokaklarda teokrasiye karşı çıkan insanlar dövülür; TV’lerde çarşaflı spikerler konuşur. Ve bu kendine özgü diktatörlükte, aileler ve kuşaklar da bölünür. İman’ın evinde bile karısı hâlâ eski usül yaşamı savunurken, kızları Rezvan ve Sana tüm bu baskıya karşı çıkarlar.    

Ve sokakları kan bürür. Protesto, isyan, derken yüzünden en ağır biçimde yaralanan bir kadın… Najmeh ona biraz bakar; ama isyan cephesinden geldiği için. Hastaneye bile götürülemez!.. Onun o kan içindeki yüzü filmin en dramatik sahnesidir. Fondaki hüzünlü şarkıların eşliğinde, bizim de yüreklerimiz kanar.    

Ve bu arada hakimliğini istediği gibi yapamayan ve ağır bir baskı altında ne yapacağını şaşırmış İman’ı en çok korkutan şey olur. Kendisine kendi güveni için emanet edilen bir tabanca ortadan kaybolur. Bu sistem içinde, bu ağır bir suçtur. Ve onu aramak için İman elinden geleni yapar. Bu da filmi ayrı bir havaya sokar: Bir gerilim ve suç atmosferi... Ayrıca aile eleştirisi; toplumsal ve siyasal etüd; adalet arayışı; bir evin içinde geçen sahnelerin çokluğuyla kapalı mekan gibi unsurlarla birlikte...  

Böylece ortaya hayli karışık bir film çıkar. Günümüz İran’ından canlı ve kapsayıcı bir manzara getiren... Fonda ülkenin kendine has müziğinden duyulan şarkılar da hüzün yüklüdür. Belki en acısı o genç ve isyankâr yeni kuşağın kendi ailelerinden bile yüz bulamaması ve ağır biçimde eleştirilmesidir. Filmin en dramatik yanlarından biri... Ve sokaklardaki kolayca tutuklama ve mahkum etme olayı... O sokaklar ki, asi halkı şu sloganı diline dolamıştır: “Kadın, yaşam, özgürlük!”

Film ne yazık ki ilk yarıdaki etkisini giderek yitiriyor. Uzunluğundan değil sadece... Başka yollara sapmasından... Örneğin bir polisiyeye dönüşmesi gerekli miydi? Yeterince polisiye izlemiyor muyuz?

Yönetmen Mohammad Rasoulof filmleri daha önce İran’da mahkûm edilen ve ancak dış festivallerde gösterilen bir sanatçı. Suyun Üzerindeki Hayat, Allahaısmarladık, Tam Bir İnsan, Şeytan Yoktur adlı filmleri büyük ilgi görmüştü. Bir ara Almanya ile ilişki kurmuş ve bir filminin üç kadın oyuncusuyla birlikte bir süre Berlin’de yaşamıştı. Bu onun beşinci filmi. Ve yine ilgiyle karşılandı. Ama ben, dediğim gibi, filmin bir yerden sonra biraz sarktığını ve aynı güçle sonuçlanmadığını düşünüyorum.  

Yine de komşu ülke Afganistan’da Talibanlar denen din tüccarları kadınları tam anlamıyla esir alırken, böylesi bir filmin içerdiği ‘kadınlara özgürlük’ mesajının önemli olduğu da açık... Bu arada filmin ilginç adının, bir yabancı eleştirmen tarafından Nuri Bilge Ceylan filmlerine benzetildiğini de ekleyeyim!... Ötesi, seyircinin sinemasal olduğu kadar siyasal tavrına da bağlı.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.."