Atilla Dorsay

04 Ağustos 2021

İnsan hayatını kurtaran bir kuşun inanılmaz öyküsü

Bu gerçek bir ‘umut kuşu’. Hem hikayenin yaşanmışlığı açısından ve bu alanda sunduğu benzersiz dersler sayesinde hem de kuşlar ve sinemanın ilk kez böylesine birleşmesi nedeniyle görmeye değer.

Umut  Kuşu    

(Penguin Bloom)/ Yönetmen: Glendyn İvin/ Senaryo: Shaun Grant, Harry Cripps/ Görüntü: Sam Chaplin/ Müzik: Marcelo Zarvos/ Oyuncular: Naomi Watts, Andrew Lincoln, Jacki Weaver, Rachel House, Griffin Murray-Johnson, Felix Cameron/ Avustralya filmi, 2020.

Sinemalar açıldı, filmler art arda gösteriliyor, basın gösterimleri başladı. Ama ben Mudanya tatilimi bitiremediğim için bunları kaçırıyorum; Ağustos sonuna kadar da öyle olacak. Tesellim ise Digiturk veya Netflix’deki filmler veya diziler.

Netflix son dönemde beni düş kırıklığına uğratıyor. Yazmak niyeti veya umuduyla  görmeye giriştiğim birkaç filmi ya yarıda bıraktım; ya da yazmaya değmez buldum. Ama Digiturk’de gördüğüm bu filme bayıldım. Gerçi bir kaynak Netflix’de de olduğunu yazmış; ama ben rastlamadım.

 Film gerçek olaylara dayanıyor. Sam (Sammy) Bloom adlı kadının yaşadığı bir dramın öyküsü. Fotoğrafçı eşi Cam (Cameron) ve üç erkek çocuklarıyla mutlu yaşayan Avustralyalı bir aile.  2014 yılında Tayland’a gidiyorlar; seyahate ve biraz maceraya düşkün bir aile olarak. Orada bir binanın tepesine çıkıyorlar: manzarayı daha iyi görmek için. Ama Sam’ın dayandığı bir duvar yıkılıveriyor ve genç kadın yüksekten betona çakılıyor. Sonuç: kırılan bir omurga; ameliyat üzerine ameliyat ve ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkûm kalma zorunluluğu. Hem de öylesine enerjik, doğa ve spor sevdalısı ve üç afacan oğlan annesi bir kadın için tam bir facia...

Sam tam anlamıyla içine kapanıyor. Son derece vefalı kocasına, koşup gelen annesi ile ablasına ve hepsinin desteklerine rağmen örneğin şu feryadı koparıyor: “Anne bile olamazken neyim ben, ne işe yararım?”...

Ama tam o sırada bir küçük mucize oluyor. Hayatlarına bir küçük kuş dahil oluyor: bir tür saksağan. Ama siyah-beyaz; bu yüzden bir penguene benziyor. Bu yüzden çocuklar ona penguen demeye başlıyor. Kuşumuz üstelik uçamıyor; o yüzden eve yerleşiyor. Ve sanki ailenin yeni bireyi oluyor. Köşe-bucağı karıştırarak; Bay Murphy adlı oyuncakla dost olarak; özellikle Sam’ın koynundan ve kucağından ayrılmayarak. Bu küçük, ama aslında son derece büyük teselli giderek Sam için tam bir tedavi yerine geçecektir.  Ve günün birinde yeniden uçmaya başlayıp uzaklara kanat açsa da, penguenimiz o evden hiç kopmayacaktır.

 Bu gerçek öykü Cameron Bloom ve yine Avustralyalı tanınmış yazar Bradley Trevor Grieve tarafından kitaplaştırılmış ve kitap tüm dünyada 25 milyonun üstünde satmış. Bir film olmasına da hiç şaşmamak gerek; öylesine yüreğe dokunan bir hikaye ki bu. Özellikle kendisini annesinin düşmesinden sorumlu sayan büyük oğul Noah’ın yıllar boyu çektiği vicdan azabı ve bunun sonunda iyileşmesi de hikayenin ayrı bir dramatik boyutu. Bu arada öykünün yine gerçek olan ve son derece şaşırtıcı bir diğer boyutu ise Sam’ın sonunda sanıyorum Aborijin (Avustralya’nın gerçek halkı) olan fizik tedavi uzmanı Gaye’nin de desteğiyle, yeniden yapabildiği ölçüde spora dönmesi ve kanoda şampiyon olup ödül alması!...

 

Bu ilginç filmde bir başka öge, Avustralya’nın Nicole Kidman’dan sonra ikinci büyük starı olan Naomi Watts’ın (çok da benzeşiyorlar) oyunu. Bir Oscar adaylığı da bulunan Watts filmin tüm yükünü taşıyor. Büyük başarıyla... Annede yine Oscar adaylığı bulunan Jacki Weaver ve çocuklar dahil tüm oyuncular da iyi.

Ama ‘kuşumuza’ özel bir  şapka. Gerçekten de sevgili penguenimiz harikalar yaratıyor. Beyazperdenin gelmiş-geçmiş en iyi kuş oyuncusu!...Ama ödül vermek zor; çünkü jeneriklere bakınca bu ‘rolü’ tam 10 saksağanın  oynadığı görülüyor: Gerry’den Clipper’e, May’den Mavis’e değişik isimler konmuş olan...

Evet, bu gerçek bir ‘umut kuşu’. Hem hikayenin yaşanmışlığı açısından ve bu alanda sunduğu benzersiz dersler sayesinde hem de kuşlar ve sinemanın ilk kez böylesine birleşmesi nedeniyle görmeye değer.