Atilla Dorsay

25 Kasım 2017

İlk ciddi bilim-kurgu denememiz ve bir Sufi bakışı

Seyirciden sabır istiyor, yoğunlaşma talep ediyor, gösterilenin gerisindekini kavramak için hayal gücüne başvuruyor

 

BUĞDAY     X  X  X  ½

Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
Senaryo: Leyla İpekçi, S. Kaplanoğlu
Görüntü: Giles Nuttgens
Oyuncular: Jean Marc Barr, Ermin Bravo, Cristina Flutur, Grigoriy Dobrygin, Lubna Azabal, Mila Böhning, Hal Yamanouchi, Nike Maria Vassil

Türkiye-Almanya-Fransa-İsveç-Katar ortakyapımı.

 

 

Semih Kaplanoğlu’na sayısız ödül ve dünyaca ün getiren “Yusuf üçlemesi”nden (Yumurta- Süt- Bal) 7 yıl sonra sıvandığı bu son filmi, birçok açıdan yenilikler içeriyor. Öyle ki hangisinden başlamak gerek, bilemiyorum.

Öncelikle bunun hayli uzun (128 dakika), tümüyle siyah-beyaz ve de tümüyle İngilizce çekilmiş bir film olmasından başlayayım.

Ayrıca bunun üç kıtada çekilmiş, beş ülkenin katıldığı bir ortak-yapım olduğunu ve Avrupa’nın önde gelen sinemaya yardım kurumlarından destek aldığını da ekleyelim.

Sonra filmin tam bir bilim-kurgusal masal, gençlerin sevdiği deyimle bir ‘distopya’ (geleceğe karamsar bakış) filmi olduğunu, üstüne üstlük özellikle ikinci yarısında felsefeye ve tasaffuva kayarak farklı biçimde sonuçlandığını da hatırlatalım.

Film gelecekte tarımın çöktüğü, yiyeceğin azaldığı ve insanlığın kesin çizgilerle ikiye bölündüğü ‘kıyamet-sonrası’ bir dünyada geçiyor. Daha iyi durumdaki kentlerde ve az sayıdaki ekilebilir alanlarda yaşayanlar... Öte yanda ise Ölü Topraklar denen bölgede hayatta kalmaya çalışanlar...

Kentler kendilerini elektro-manyetik kuleler ve duvarlarla öte yandan ayırmışlar. Bu yöreler artık büyük şirketlerce yönetiliyor. Bunlar genetik olarak değiştirilmiş ekinleri geliştirme çareleri arıyorlar. Ve ‘mükemmel tohumu yaratma’ peşine düşüyorlar.

Bu kurumlardan birinde görevli bilim adamı Prof. Erol Erin, ayni konuda eserleri olan eski bir meslektaşını, Cemil Akmen’i tanımak istiyor. Onun Genetik Kaos ve M Zerresi eserinden etkilenmiş olan Erin, Akmen’in uzun süredir Ölü Topraklar’da yaşadığını öğreniyor. Ve onun peşine düşüyor.

Bu, sinemamızda yapılagelmiş ilk ciddi bilim-kurgu denemesi. Elbette Dünyayı Kurtaran Adam, Turist Ömer  Uzayda vb. Yeşilcam uçukluklarını ya da G.O.R.A ve A.R.O.G. gibi  Cem Yılmaz fantezilerini biryana bırakırsanız...Bu bile çok önemli değil mi?

Filmin başlarında siyah-beyaza alışmak biraz vakit alıyor.  O kadar uzun zamandır’ renkli dünyalar’ın insanları olduk ki...Ama giderek, ABD’de Michigan yöresinde, Almanya’da ve de Anadolu’da, özellikle de eşsiz Kapadokya coğrafyasında çekilmiş Giles Nuttgens imzalı görüntüler, kendi estetiklerini kabul ettiriyor. 

Yine başlarda büyük kentler, insan almayan sokaklar, kalabalık gösteriler, anarşik toplantılar, terkedilmiş dev fabrikalar gibi görüntüler filmin aldığı uluslararası desteği yansıtıyor. Sinemamızda pek görülmemiş çekimler bunlar...

Bu ‘apokaliptik hasat öyküsü’, sonraları bilimden felsefeye,

bilim-kurgudan mistik ve ruhani bir dünyaya kayıyor. Fondaki ekolojik kaygıları ve çevresel mesajları da unutmaksızın...

Ve giderek dinsel simgeler ağır basmaya başlıyor. Bu konuda ünlü Variety dergisinde Kaplanoğlu’yla yapılan söyleşinin bir bölümünü vermek isterim:

 “Dinlere özel bir ilgim var. İslam, dini tarih boyunca gelmiş tüm peygamberlere saygı duyar. Kur’an kitabımız Musa Peygamber’e geniş yer ayırır ve onun hakkındaki efsaneleri hatırlatır. Erol ve Cemil’in yolculuğu, Kur’an’daki el-Kahf / Mağara suresinde zikredilmiştir. Bu efsane tarih boyunca birçok İslam alimi tarafından incelenmiştir. Ben bu filmde onun hem İbn-i Arabi’nin Fusus al-Hikam/ Aklın Mühürleri eserindeki yorumundan, hem de kendi inancımdan yararlandım. Kutsal kitaplardaki metinlerin sadece geçmişten birer masal olmayıp, bugün de hayatımızı etkilediğine inanıyorum”.

Kaplanoğlu’nun yaklaşımı kanımca Sufilik’e yakın bir yaklaşım. İnsan ögesini hep göz önünde tutan replikleri var. Örneğin “Kainat insan demektir”, “Doğadaki her şeyin içinde insan vardır” gibi...Filme adını veren ‘buğday’ ise ‘mükemmel tohum yaratma” amacının simgesi olup çıkıyor: “Buğday kadınla erkeği, Adem’le Havva’yı, ruhla bedeni ayıran bir çizgidir”.

İçinde “Hep bir rüyadayız. Ölünce uyanacağız” gibi şiirsel sözlerin uçuştuğu filmde asit yağmuru, satıhta yüzen cesetlerle dolu su, terkedilmiş mahalleler, sonsuz dağlar ve kayalıklar gibi sahneler çok sinemasal. Sonlarda ise vahşi güzelliğiyle Kapadokya filme ideal bir dekor sağlıyor. .

Okuyabildiğim tüm eleştirilerde, film Andrei Tarkovsky’nin ünlü Stalker (tam karşılığı: iz süren) filmiyle kıyaslanıyor (1979). Gerçekten de konu ve ana temalar açısından benzerlikler çok. 

Ancak Kaplanoğlu’nun filmi, bir maneviyat arayışıyla ekolojik (çevresel) bir kaygıyı birleştiriyor.  Ve doğayla ilişkisini ihmal etmiş bir dünyanın nasıl bir felakete uğrayacağını gösteriyor. Bu bağlamda Soylent Green- Açlık adlı ünlü Richard Fleischer bilim-kurgusu da hatırlanabilir.

Yine de kolay bir film değil bu... Seyirciden sabır istiyor, yoğunlaşma talep ediyor, gösterilenin gerisindekini kavramak için hayal gücüne başvuruyor. Ancak bunları yapabilenler belli bir keyif alabilir.

Finali yorumlamak ise benim haddimi aşar!...O üstten çekilmiş geometrik görüntünün ne anlama geldiğini ilk karşılaşmamızda Semih’e soracağım!..

Ayrıca iki baş oyuncunun, Dr. Erol Erin’de geçmişte Le Grand Bleu- Derinlik Sarhoşluğu, Europa- Avrupa, hepsi Lars von Trier imzalı Breaking the Waves- Dalgalara Karşı, Dancer in the Dark- Karanlıkta Dans, Dogville, Manderlay gibi başyapıtların yıldızı ve Alman kökenli Jean-Marc Barr ve de Cemil Akman’da Bosnalı Ermin Bravo’nun oyunlarını da övmeliyim.