İŞE YARAR BİR ŞEY X X X ½ Yönetmen: Pelin Esmer SineFilm- Mars Yapım filmi |
Bu hafta Türk sineması ağırlıklı. Özellikle Ayla kuşkusuz haftanın ve son haftaların en ilginç filmi. Onu geçen Cumartesi yazmış olduğumu hatırlatayım.
İşte bir başka yerli film. Pelin Esmer’in filmi, alabildiğine edebi, ‘entelektüel’ ve geveze bir yapım olarak karşımıza geliyor. Bu nitelikler önemli ölçüde senaryoya ortak olan yazar Barış Bıçakçı’nın etkisi sanırım.
Böyle olması ayrıca çok doğal, çünkü hikayenin iki asıl karakteri, avukat-şair Leyla ve daha amatör yazar Yavuz bu alemi iyi bilen, konuşmalarında örneğin Cortasar gibi bir yazarı anıp arada mısralar mırıldanan kişilerdir.
Filmin yapısı, hikâyenin kuruluşu bence tartışmaya açık. Aslında gayet ilginç başlayan, kısa süre sonra bir tren yolculuğu ve orada karşılaşan iki farklı yaş ve kimlikte kadının ilerleyen dostluğuna dönüşen hikâyeye, kimi tren yolcularının kattığı çeşni ve lezzet ekleniyor. Tüm bunlar, sıra dışı görüntüler eşliğinde (ve elbette Gökhan Tiryaki’nin katkısıyla) bir yol filmini haberler gibi.
Ama iki kadın, en çok genç olan Canan’ı ilgilendiren çok özel bir olayı konuşuyorlar. Orta yaşlı bir adam olan Yavuz’un tüm bedenini saran bir felç olayı nedeniyle yatağa mahkûm olması... Ve bunun umutsuzluğu içinde, bir an önce ölmeyi istemesi.
Bunu gerçekleştirmesi için de, doktoru Hüseyin’e ısrarlı biçimde asılması. Bizim görüp tanımadığımız Hüseyin bey ise bu tuhaf görevi yanına staja gelmiş olan çiçeği burnunda hemşire, ama gözü oyunculukta olan Canan’a yüklemiş!..
Uzun süre bir yan olay diye şöyle bir kulak kabarttığımız bu durum, giderek ana entrika haline geliyor. Biraz zorlama biçimde....Ondan sonrası İzmir’de biten tren yolculuğu, orada -nihayet- Yavuz’la tanışma....
Sanki bir parantez gibi araya giren ve 42 yaşındaki avukat Lale’nin yolculuk nedeni olan, eski lise arkadaşlarıyla mezuniyetlerinin 25. yılında buluşması olayı var. Ve sonra biraz muğlak, birkaç sona birden açık final...
Dediğim gibi, ilk başlarda yaratılan birçok sinemasal/görsel güzelliğe karşın, hikâye işlemez gibi gözüküyor. Ve uzun diyaloglar bir ağırlık duygusu yaratıyor.
Ama sonra sanki bir mucize gerçekleşiyor. Öncelikle o ürpertici tartışmaya, ötenazi hakkı denen kişinin kendi kendisini öldürmek (ya da öldürtmek) olayına tanık oluyoruz. Leyla’nın da Canan’a yardım için olaya katılmasıyla birlikte...
Daha ötesi, o mezunların bir İzmir Kordonu dekorundaki buluşma yemeği, birden bir sinemasal deneye, bir biçimsel cürete dönüşüyor. Yazar-yönetmen-görüntü yönetmeni üçlüsü, bu on küsur dakika süren bölümü tek bir çekimle bize sunmaya kalkışıyor. Ve üstelik başarıyor!..
Tek bir çekim, ama çok yavaş olsa da hareket eden bir kamera. Çok yavaşça masanın çevresini dolanan, her bir kişi ya da grup önünde yeterince duran...Sinemada traveling- kaydırma denen o önemli olayın en güzel örneklerinden biri, şapka çıkarılacak bir bölüm...
Ve o gizemli finalle bu biçimsel cesaret bir araya gelince, sanırım sonuç olarak gayet ilginç sayılabilecek bir film ortaya çıkıyor.
Oyuncular da çok iyi. İkisini de uzun zamandır göremeyip özlediğimiz iki oyuncudan Başar Köklükaya başrolde parlak bir kompozisyon çizerken, görece olarak kısa Yavuz rolünde Yiğit Özşener de süper.
Öykü Karayel’in Canan’ını da çok sevdim. Ama o kalabalık yardımcı oyuncuları da kutlamak gerekir: trendeki şarkıcı/dansöz ikilisinden, o yemekteki tüm kişilere… Adlarını bile bilmediğimiz bu insanlar (belki profesyonel oyuncu bile değiller), sinemada takım oyunculuğunun önemini bir kez daha hatırlatıyor.
Yarın: THOR RAGNORAK