Atilla Dorsay

21 Mart 2015

İkinci Bir Şans: Bebek sahibi tüm ana babalar için...

Karşımıza gelen film, özellikle yeni bebek sahibi olmuş genç çiftleri (ya da torun sahibi yaşlıları) ilgilendirecek yoğun bir domestik dram

İKİNCİ BİR ŞANS (A Second Chance/ En chance Til) X X X 

Yönetmen:  Susanne Bier
Senaryo: Anders Thomas Jensen
Görüntü: Michael Snyman
Müzik: Johan Söderqvist
Oyuncular: Nikolaj Coster-Waldau, Ulrich Thomsen, Nikolaj Lie Kaas, Maria Bonnevie, May Andersen, Thomas Bo Larsen, Peter Haber/ Danimarka filmi

 

Bir sonraki filmi Serena’yı sinemalarımızda izlediğimiz yaratıcı ve verimli Danimarkalı kadın yönetmen Susanne Bier’in bir önceki filmi de görülmeye layık, gayet ilgi çekici bir yapım. Ama seyrinin kolay olmadığını ve özellikle bir ‘kadın filmi’ olduğunu da peşinen belirtmiş olayım.

İki çiftin içiçe anlatılmış öyküsü bu...Biri polis Andreas ve eşi Sanne’nin oluşturduğu, normal ve görünürde mutlu bir çift. Öbürüyse bir polisiye olayda Andreas ve meslek arkadaşı Simon’ın evlerinde içki ve uyuşturucuyla kendinden geçmiş bir halde buldukları bir ‘hippie’ ikilisi. Ki polisin uyanıklığı sayesinde farkettikleri, yan odada pislik ve kusmuk içinde yatan bir de bebekleri de var!...Tıpkı Andreas ve karısının olduğu gibi.

Bu iki ‘aile’, çok farklı konumları içinde birer bebeğe sahip olmanın sorumluluğunu yaşıyorlar: biri hiç o bilince sahip gözükmese de... Hikaye böyle bir sorumluluğu, alabildiğine dramatik koşullar içinde deşiyor. Sürprizli entrikayı anlatıp seyir zevkinizi bozmak istemem. Ama belki kimi gerçek olaylardan yola çıkmış hikaye, o ana-babaları öylesine trajik ikilemlerin içine atıyor ki...

Yönetmen Bier, bu ağır dramatik öyküyü ustalıkla, çokça (hatta biraz aşırı biçimde) başvurduğu yakın planlarla, sanki kişilerinin ruhuna nüfuz etmeye çalışarak anlatıyor. Karşımıza gelen film, özellikle yeni bebek sahibi olmuş genç çiftleri (ya da torun sahibi yaşlıları) ilgilendirecek yoğun bir domestik dram. Ama bunu, insan olmanın ve insanca yaşamanın  bir tür irdelemesi haline de getirebiliyor. 

Ve de Danimarka gibi refah ve mutluluk toplumu olduğu varsayılan bir Kuzey Avrupa ülkesinde, yaygın alkol ve uyuşturucu tüketiminden çok farklı koşullardaki ailelerde bile görülen kolektifleşmiş çılgınlığa, çok şeyi ustalıkla sergiliyor. En acımasız ve sert biçimde...

Ve böylece, sanki büyük usta İngmar Bergman’ın yıllar önce bir başka ‘refah ülkesi’ İsveç için yaptığına benzer bir iş yapıyor. Görülesi bir film, iç acıtan bir dram.

 

 

Eşcinsel İtalyan ustaya Amerikan usülü bakış

 

 

 

PASOLINI X X 1/2 

Yönetmen:  Abel Ferrara
Senaryo: Maurizio Barucci
Görüntü: Stefano Falivene
Oyuncular: Willem Dafoe, Riccardo Scamarcio, Ninetto Davoli, Maria de Medeiros, Valerio Mastrandrea, Adriana Asti, Francesco Siciliano/ ABD- İtalya yapımı.

 

 

Abel Ferrara gibi son derece tipik Amerikan bir yönetmenin Pasolini gibi tipik İtalyan ve onun ötesinde her şeyiyle tipik Avrupa kültürüne ait, üstelik en bariz özelliği eşcinselliği olan bir sanatçıyı tüm boyutlarıyla kavrayıp bir filme sığdırması  mümkün olabilir mi?

Elbette olmuyor. Ve film ilginç olmanın ötesine geçip kalıcı, unutulmaz, çözümleyici, önemli vb. sıfatların hiçbirine ulaşamıyor. Ama bu alanda, örneğin Avrupalı yönetmenlerin niye bu konuya el atmadığı sorusunu da akılda tutarak, bu çabaya belli bir saygıyla yaklaşmak da doğru  tavır olabilir.

Sanki skeçler halinde, özgür bir kurguyla yürüyen film, bize klasik bir biyagrafi olmaktan uzak bir ‘patch-work’ sunuyor. Pasolini’yi son döneminin kimi ilginç anlarında yakalıyoruz. Eşcinselliği, özellikle kalabalık Roma sokakları veya tehlikeli boş alanlardaki parlak İtalyan yeni-yetmeleriyle kurduğu cinsel yakınlaşmalarda beliriyor: kimi zaman porno film statüsüne yaklaşarak.. Bu sahneler (ama aslında filmin tümü), Ferrara’nın kimi başarılı ticari filmlere karşın hep taşıdığı bağımsız yönetmen konumuna da uygun düşüyor.  

Onun son filmi Salo’dan sahnelerle açılan film, kimi bölümlerde Pasolini’nin ağzından duyulan siyasal-toplumsal yorumlarla, onun belki eşcinselliğinden de önemli olan çağdaş siyaset ve fikir adamı kimliğini deşiyor. Ama yeterli ölçüde değil. Papalığın temsil ettiği koyu bir hıristiyanlık geleneğiyle, o dönemde resmen komünist rejim içinde olan ülkelerin dışında bu ideolojinin en güçlü olduğu Avrupa ülkesi sayılan İtalya’daki büyük kavga, ancak yer yer beliriyor. Ama yine yeterli biçimde değil... 

Yönetmen, Pasolini’nin ‘son gecesi’ne ise özel bir önem vermiş. Onun yoldan topladığı genç bir çocukla Roma’nın yakınlarındaki bir sahilde seks yapmaya gitmesi ve sonra, gizemli biçimde öldürülmesi. Hem de kendi arabasıyla ezilerek....

Bu bölüm oldukça ilginç. Çünkü hem 1975’de olup bitmiş bu olayın 2005’de ortaya çıkan yeni kanıtlarla yorumunu getiriyor: çevredeki bir çetenin olaya dahil olması. Hem de belli bir gerilim ve şiddet içeriyor. Ama ben yine de tatmin olmadım: özellikle o masum bakışlı ilk  gencin olaydaki rolünü perdede net biçimde görüp anlayamadığım için...O çocuğun asıl katil olup olmadığı gerçekten merak ettiğim birşeydi. 

Willem Dafoe’nun anılarımızdaki Pasolini’ye yakın enfes bir kompozisyon çizdiğini ve sahneler gerektirdiğinde İtalyanca’yı da gayet iyi konuştuğunu ekleyeyim. Ayrıca gözde oyuncusu ve rivayet göre ‘büyük aşkı’ Ninetto Davoli, iyice yaşlanmış haliyle yaşlı bilge Epifanio’yu oynarken, dönemin genç Ninetto Davolini’siniyse Ferzan Özpetek oyuncusu Riccardo Scamarcio’nun oynaması ilginç. 

Yine gözde Pasolini oyuncusu Laura Betti’de bir dönemin Portekizli parlak oyuncusu, şimdi biraz unutulmuş Maria de Medeiros ve bayan Pasolini’de Adriana Asti’nin varlıkları da sinemaseverler açısından ilginç.