Atilla Dorsay

13 Aralık 2015

Hopa’da savaş, şiir ve cinsellik günleri

Baskıcı tutuma isyan eden, yine de komünizme gönül verme ikilemini yaşayan bir aydın...

 

RÜZGARIN  HATIRALARI      X  X  X  1/2

 

Yönetmen: Özcan Alper
Senaryo:  Ö. Alper, Ahmet Büke
Görüntü: Andreas Sinanos
Müzik: François Couturier
Oyuncular: Onur Saylak, Sofya Khandamirova, Mustafa Uğurlu, Ebru Özkan, Murat Daltaban, Menderes Samancılar. Tuba Büyüküstün/ Nar Film yapımı.

 

Özcan Alper ilk filmi Sonbahar’la sinemamıza bir bomba gibi düşmüştü. Karadeniz fonu üzerinde tüm bir ‘kayıp kuşağın’ öyküsünü anlatan bu film için özetle şöyle demiştim: “Romantik sözcüğünün en klasik ve soylu anlamında sanki yeniden canlandığı bu film, garip biçimde güçlü bir siyasal öz de içeriyor. Ama romantizm ile siyasetin bağdaşmadığını kim söylemiş ki?” (2008).   

Sinemaya böylesine zirveden başlamak acaba yeni bir Orson Welles ve Yurttaş Kane sendromu mu yaratacaktı? Nitekim Alper, Kürt sorunu üzerine bir alegori olan ikinci filmi Gelecek Uzun Sürer’le o denli etki yaratamadı.

Bu yeni film, yönetmenin anlaşılan ‘aşk, ölüm ve iktidar üçlemesi’ olarak düşündüğü bir toplamı bütünlüyor. Ve ilk filmin ana mekanına, yani Hopa’ya dönüş yapıyor. Genel anlamda o ilk filmin ana temalarına döndüğü gibi, yine Onur Saylak’la yabancı (Rus kökenli) bir kadını bir araya getirerek, benzerlikleri çoğaltıyor.

Film bu kez 1943 yılında başlıyor. İstanbul’daki bir handa, dönemin TAN gazetesinin yanı sıra kimi dergiler de hazırlanmaktadır. Bunlardan birinde çalışan Ermeni yazar, çevirmen ve boş vakitlerinde ressam Aram, dergisinin basılmasına ve tüm evrakın yok edilmesine tanık olur.

Aram dönemin baskıcı tutumuna isyan eden, hem Varlık Vergisi’nin hedef aldığı azınlıklara mensup olma, hem de yine dönem için büyük suç sayılan komünizme gönül verme ikilemini yaşayan bir aydındır. Sevgilisi Leyla ve yazar dostu Rasih onun mutlaka İstanbul’dan kaçmasını öğütlerler.

Ve Karadeniz’e açılan bir küçük tekneyle, Aram memleketinden kaçar. Sovyet-Gürcistan sınırındaki Hopa kasabasına gider. Orada Mikhail ve kızı sandığı genç Meryem’le tanışır, evlerine yerleşip İstanbul’dan gelecek evrakını beklemeye koyulur.

Ve bu arada sürekli geçmişi hatırlar. 1905 doğumlu olduğuna göre daha 10 yaşında tanık olduğu Ermeni olaylarını...Esmer, güzel annesi başta yakınlarına kıyıldığını, küçük Şuşen’in ölümünü, zoraki göçleri, onulmaz ayrılıkları birer birer hatırlar. Bulduğu kimi eski fotoğrafların da katkısıyla... 

İlk başlarda hep ışıksız ve karanlık haliyle gösterilmiş bir dönem İstanbul’unun soğuğundan sonra, filmin büyük bölümü Karadeniz’in yeşille mavinin birbirine karıştığı o eşsiz doğasında geçiyor. Aram’ın geçmişle, özellikle de 1915 olaylarıyla hesaplaşması temelde resimle gerçekleşiyor: anılar canlandıkça, onları karakalem resimlerle kağıtlara nakşediyor. Alper’in bir söyleşide dediği gibi, bu çizimleri bir yerde sergilemek gerçekten de ilginç olabilir!...

Henüz savaşın sürdüğü, Sovyet sınırının kapalı olduğu (Meryem bu yüzden sevmediği Mikhail’i terkedip gidememiştir) ve heryerde korkunun egemen olduğu bir ortamda, bir hatırlayış ve hesaplaşma filmi bu...Ve filmin tümü bir görsel şölen, bir şiirsel anlatı biçiminde gelişiyor. Angelopoulos’un görüntü yönetmeniAndreas Sinanos’un harika çekimleri filmin baş kozu. Buna François Couturier’nin bana ideal bir film müziği olarak gözüken çabasını da eklemeli. Ve Antalya’da gelen üç ödülün ikisinin görüntü ve müzik için olduğuna şaşmamalı.

Ve böylece yer yer unutulmaz sinema bölümleri izliyoruz. İstanbul’daki hana baskın sahnesi...Meryem’in birden düşen yağmura karşı armonika çalıp Rusça bir şarkı söylemesi...Meryem’in birden  gelen ‘Mikhail benim kocam!’ itirafıyla Aram’ın şaşkına dönmesi...

Ya da belki sinemamızda yapılagelmiş en güzel seks sahnelerinden biri, erotizmle estetiğin bireşimi olan sevişme bölümü gibi...

Yine de film tam bir başarıya ulaşamıyor. Çünkü değindiği iki önemli ve yakın tarihimiz için yaşamsal olaya, yani 1915 olayları ve ikinci dünya savaşı yıllarının alabildiğine gergin siyasal ortamına yaklaşımı yeterince malzemeye sahip değil.

Bu olaylar çok fonda, fazlasıyla geri planda kalıyor. Ve ön planda yaşanan iç burucu insan ilişkilerinin içinden yeterince fışkırıp bize ulaşamıyor. Nasıl hikayenin her önemli anında, kahramanlar beklenen konuşma yerine sadece “yok bir şey” deyip gidiyorlarsa...O büyük facia ve matem yılları da o resimlere sığmıyor, yeterince dramatikleşemiyor. Özelikle ortalarda filmin son derece ağırlaşması da bence bir kusur.

Yine de karşımızda düzeyli, kişisel ve şiir yüklü bir film var. Alper’in sinemaya egemenliğini yeniden kanıtlayan...Ondan hep ve hala iyi filmler, daha iyi filmler beklememize bir engel var mı?

Oyuncular da gayet iyi; başta Onur Saylak ve Mustafa Uğurlu olmak üzere....Genç Rus oyuncusu  Sofya Khandamirova’ya bayıldığımı, Menderes Samancılar’ı ise tanıyamadığımı itiraf etmeliyim!...Ki bu bir kompliman sayılmalı, değil mi?