PEŞİMDEKİ ŞEYTAN (İt Follows) X X X 1/2 Yönetmen ve senaryo: David Robert Mitchell |
İkinci filmini çeken yazar-yönetmen David Robert Mitchell, bu filmi geçen yılın Cannes festivalinin bir yan bölümüne kabul ettirdi. Ve film özellikle ülkesi ABD’de şaşılacak bir gişe başarısı kazandı. Son derece mütevazı görünümüne rağmen...
Bu çağdaş korku filmi, ezelden beri tekinsiz hikâyelerin gözde mekânlarından sayılan ABD taşrasında ve bir dönemin sanayi kenti, şimdiyse ekonomik bunalım pençesindeki Detroit yakınlarında geçiyor. O geniş yolları, bol yeşil alanları, kutu gibi evleriyle bir cennet görümündeki dekorda, yoğun bir gizem yaşanıyor. Ama örneğin David Lynch’in Blue Velvet’i de öyle değil miydi?
Daha açılışta, deli gibi evinden fırlayıp kaçan bir genç kız, sonrasında dehşet verici bir pozisyonda ölü bulunuyor. Bedeni korkunç bir modern heykele dönüşmüş gibi!...Birisi onu izlemiş ve öldürmüştür: bizim görmediğimiz....
Hemen sonrasında, bir komşu gençler grubuyla tanışıyoruz. İki kızkardeş özellikle de baş kahraman Jay ve iki-üç erkek arkadaşları. Ana-babalar dahil büyükler hemen hiç ortada yoktur: sadece masa veya duvarlardaki resimlerde gözükmek üzere... Bu taşra banliyösünde, hayat sanki tümüyle gençlerin egemenliğindedir.
Ve ilişkiler sürer: ABD’ye özgü bir serbest cinsellikle birlikte... Jay hoşlandığı bir çocukla arabada seks yapar, ama sonrasında kendisini elleri bağlı olarak bir yeşil alanda bulur. Seviştiği genç, sürekli kendisini izleyen bir ‘güç’ten söz eder ve onun sonra, izlediği kişinin yattığı insanın peşine düştüğünü anlatır. Ve bu doğru çıkar: o ‘varlık’ artık Jay’in peşindedir!..
Ama bu varlık hiçbir filmde gördüğümüz canavarlara benzemez. Çünkü sizi sürekli takip ederken hep başka insan kimliklerine bürünmektedir; çocuk veya büyük, kadın veya erkek, uzun veya kısa, çirkin veya güzel, dehşet verici veya sıradan olabilmektedir. Ayrıca, tanıdığınız biri ya da tam bir yabancı... Varlığı sabit bakışları, inatla size doğru yürümesi ve olağanüstü gücüyle anlaşılmaktadır. Üstelik onu herkes göremez: sadece izlediği kişinin dışında!... Buyrun burdan yakın!..
Hikâye görüldüğü gibi korkunun sınırlarını alabildiğine genişletiyor ve yayıyor. Peşinizdeki gerçekten ‘şeytan’ olabilir mi? Ve bu şeytan, acaba serbest cinselliğin günah sayıldığı bir tutuculuğun (ki her dinde var olabilir), bunu aşırı biçimde yapan gençlere karşı bir büyük saldırısı anlamına gelebilir mi? Unutmayın ki bir dönemin ‘teen-slasher’ denen korku filmlerinde de, haince kıyılan genç insanlar genelde bol ve denetimsiz seks yaparlardı!...
Doğrusu filme kimi Batı yazarları kadar bayılmadım. Öncelikle bir fantastik korku sineması örneğinde bile bulunması gereken asgari mantığa uygun olmadığı için...Örnekse, canavarın (veya ruhun, varlığın, enerjinin, herneyse!) yok edilmesi kimi sahnelerde imkansız gözükürken, kimi zaman pekala mümkün olabiliyor!.. Ayrıca tempo düşüklükleri de var.
Yine de filmin türünde önemli bir parantez açtığı, hatta bir mini-zirve olduğu görüşüne ben de katılırım. Çünkü şeytani bir güç tarafından izlenme teması çok özgün değilse de, bu filmde tüyleri ürperken biçimde verilebilmiş. Filmin plastik değerleri yüksek: ormandan göl kıyısına, havuzdan tavanarasına tüm iç ve dış mekânlar çok iyi kullanılmış. Dozunda kalan özel efektler son derece başarılı. Görüntü çalışması gayet iyi. Hele o varlığın türlü-çeşitli görünümleri... Ve müzik de son derece etkileyici.
Demek ki, bir başyapıt değilse de türünün iyi örneklerinden. Meraklıları kesinlikle kaçırmasın...
Whiplash’ın koro müzikli çeşitlemesi
KORO (Boychoir) X X X Yönetmen: Francis Girard |
Koro sanki tanıdık bir film gibi... Son derece yetenekli bir çocuğun çeşitli aile sorunlarıyla boğuşurken, kıymet bilir bir hocanın eline düşmesi ve zorlu deneyimlerden sonra başarıya ulaşması az bilinen bir hikâye mi?
Ki belki en parlak örneğini yakın zamanda Whiplash filmiyle gördük. Zaten bu filmin Whiplash’ın farklı bir müziğe dayanın bir çeşitlemesi olduğu söylenebilir. Orada caz vardı, buradaysa klasik müziğin kilise ya da koro müziği denebilecek yan dalı.
Babası evlenmediği annesini yıllar önce terkedip yeni bir yuva kurmuş 11 yaşındaki Stet, bir öksüz olarak büyümüştür. Melek gibi güzel, yetenekli ama sorunlu ve asi bir çocuk olarak….Ruhen yaralı annesi günün birinde bir kazada ölür. Stet ise geçirdiği şokla ortada kalır. Oğlan çocukların birkaç yıl için sahip olup sonra tümüyle yitirdikleri, ya da altoya kayan (bnnları filmden öğreniyoruz!) o tanrısal sesi, acaba onu belli bir yere getirebilecek midir? Değerini anlayan bir kadın eğitimci, onu hayatına karıştırmadan ancak uzaktan izleye zengin bir baba ve o usta müzik hocasının da katkısıyla?
Film, dediğim gibi temelde ‘kilise müziği’ne dayanıyor. Hemen tüm büyük bestecilerin, özellikle de Bach. Haendel gibi sanatçıların en iyi örneklerini verdiği... Filmin önemli bölümünde, bu müziğin en iyi icra örnekleri yer alıyor. Hele o Texas’lı oğlanın yazıldığı New York’daki okulun, Viyana Çocuk Korosu denen çok saygn kurumla bile rekabete giriştiği konser ve yarışma bölümlerinde... Tüm bunların fonunda ise, kaçınılmaz olarak belli bir hiristiyanlık ritüeli ve atmosferi var.
Tüm bunlardan özellikle hoşlanmayanlar, belki sıkılabilir. Ama filmi sevmek için illa da vokal klasik Batı müziğini sevmek şart değil. Çünkü öykü son derece evrensel ve kapsamı büyük. Yetenek dediğimiz Anka kuşunun sert kayalara çarpa çarpa gelişmesi, hatta bunların onu daha da keskinleştirmesi, bilinen ve herdaim ilginç bir olay değil mi?
Bunlara özellikle iki büyük.oyuncu, ikisi de Oscar’lı Dustin Hoffman ve Kathy Bates başta, oyuncuları da katın...Hoffman o haşin, ilke sahibi, ama gerçek sanatı hemen kavrayan ve tam yeri geldiğinde savunan hoca kimliğini bir eldiven gibi sırtına geçirmiş. Bates ise biraz geri planda kalan karakterine, özellikle finalde öyle bir etki gücü katıyor ki...Küçük Stet’te Garrett Wareing geleceğin sanatçısı olabilir. Emektar Debra Winger’iyse film boyu tanıyamadım!..
Yönetmen Francis Girard, çok az film çeken kendine özgü bir isim. Fransız kökenli sanatçı, kısalardan sonra 1998’de Kırmızı Keman, 2007’de ise Silk filmlerini çekti. Bu film de, onlar gibi aynı iki temele dayanıyor: duygusallık ve müzik. Sizin alanlarınıza giriyorsa, kaçırmayın....