SUYUN SESİ X X X X Yönetmen: Guillermo del Toro |
Meksika’dan iyi yönetmenler çıkıyor. Del Toro, diğer iki vatandaşı Alfonso Cuaron ve Alejandro Gonzalez İnarritu gibi, sinemanın payitahtına giderek kendisini dünyaya kabul ettiren bir avuç film imzaladı: 1993’ten başlayarak Cronos, Mimic- Tehlikeli Yolculuk, Hellboy ve Hellboy-2, belki başyapıtı olan Pan’ın Labirenti, Crimson Peak- Kızıl Tepe gibi.
Son Venedik festivalinde Altın Aslan alarak ilk çıkışını yapan bu yeni film, genel bir bakışla ünlü Güzel ve Canavar masalının yen bir yorumu. Tıpkı Pan’ın Labirent’ini kendi adıma yeni bir Alis Harikalar Diyarında yorumu olarak görmem gibi.
60’ların Amerika’sında, ‘soğuk savaş’ın en ateşli yıllarında geçen film, şaşırtıcı su altı görüntüleriyle açılıyor. Oradan Baltimore yöresindeki dev bir devlet laboratuvarı dekoruna kayıyoruz. Ve öncelikle iki çalışan kadını, yaygın deyimiyle hizmetçiyi tanıyoruz: ha bire ortalığı süpürüp duran konuşma özürlü Elisa ve yakın dostu, siyahi Zelda.
Zamanla karakterleri beliriyor: Elisa olasılıkla çocukluğunda tecavüze uğramış, boğazından yaralanmış ve konuşma yetisini kaybetmiştir. Zelda ise evinde oturup duran tembel ve kaba bir kocanın esiridir.
Bu yaratıktan bir şeyler öğrenmenin ve sonra da onu yok etmenin peşinde bir yandan Amerikan devleti, öte yandan da, ayni amaca yönelik olarak, Sovyet ajanları vardır. Daha bilimsel düşünen bir tek Rus bilimcisi dışında...
Ama o sırada Elisa da yaratığı keşfeder. Önce korku, sonra ilgiyle... Bunun o yapayalnız ruh için bir yakınlığa, oradan merhameti de aşarak bir aşka dönüşmesi gecikmeyecektir. Yeni bir Güzel ve Canavar masalı yaratarak...
Artık perdenin fantastik sinema türündeki sayılı dehalarından olan ve bu alanda ABD damgalı klasik üstün-adam masallarını çoktan aşan Del Toro, aslında karşımıza izlenmesi çok kolay olmayan bir filmle geliyor. Görünürde ikisi de çekici olmaktan çok uzak kahramanlar; arka planda kimi zaman çetrefil duran dönem entrikaları.
Ve sanki yer yer bir şiir eksikliği: Disney uyarlamalarından Jean Cocteau’nun klasik siyah-beyaz başyapıtına birçok filme kıyasla....
Ama filmin artıları da çok. Yaratıkta 1950’lerin korku filmlerinden yola çıkıp (en çok B filmi klasiği The Creature of the Black Lagoon- Mavi Göl Canavarı anılıyor) böylesine bir gerçekçiliğe ulaşmak… (artık envai çeşit renklerimiz, geniş perdemiz ve harika dijital kameralarımız var!)
Ve bunu yaparken, perdede o iki son derece farklı varlık arasında en azından inandıran bir ilişki kurmak az marifet değil!.. Ayrıca da dönemin kültürünü hayli doyurucu biçimde yansıtmak...
Yalnızca 60’ların da değil... Elisa’nın baş dostu, çizgi ve grafik ustası, kelliğini peruğuyla saklayan eşcinsel Giles’ın evinde sürekli izlediği filmlerde gelip geçen 40’ların Alice Faye, James Cagney, Betty Grable, Carmen Miranda gibi pop ikonlarını izlemek...Benzersiz Alexandre Desplat’nın filme damgasını vuran fon müziğinın yanı sıra, unutulmaz bir eski şarkıyı, You’ll Never Know’yu o garip tutkunun simgesi olarak dinlemek...Tüm bunlar da az keyif değil.
En çok Mike Leigh’in gözde oyuncusu olarak hatırlanan (All or Nothing, Vera Drake- Hemşire, Happy-Go-Lucky) İngiliz oyuncusu Sally Hawkins gerçekten çok ayrıksı ve özgün bir karakter çiziyor. Belki de Oscar’a uzanacak... Benzer biçimde Giles’da Richard Jenkins, Zelda’da Octavia Spencer, acımasız ajan Strickland’da Michael Shannon da gayet iyiler.
Sanki yapısına biraz büyü katılmış değişik bir fantastik tadı; modernleştirilmiş bir eski masal...