Atilla Dorsay

18 Temmuz 2014

Genç işi, kişisel ve deneysel bir gerilim

Yılın en tuhaf, hatta basbayağı garip filmlerinden biri. Son derece alçakgönüllü bir distopya ya da, daha yaygın adıyla, bilim kurgu örneği

SİNYAL
(The Signal)

Yönetmen: William Eubank
Senaryo: Carlyle ve W. Eubank, David Fingerio
Görüntü: David Lanzenberg
Müzik: Nima Fakhrara
Oyuncular: Brenton Thwaites, Olivia Cooke, Beau Knapp, Laurence Fishburne, Jeffrey Grover/ Amerikan filmi.

Yılın en tuhaf, hatta basbayağı garip filmlerinden biri. Son derece alçakgönüllü bir distopya ya da, daha yaygın adıyla, bilim kurgu örneği. Ama bu aşırı tevazu içinde bir avuç dahiyane buluşun ve belki geleceğin önemli bir yönetmeninin yattığı da söylenebilir.

Konu? Anlatması hiç kolay değil. Çok özetle, iki genç arkadaş, Nic ve Jonah, yanlarına bir yıl için uzaklara gitmek üzere olan kız arkadaşları Haley’i alıp yola çıkarlar. Nic ve Haley sevgilidirler, ama çocuğun bacakları sakatlanmıştır, koltuk değnekleriyle yürümekte ve Haley’in kendisinden kesin olarak kaçtığını düşünmektedir.

Özellikle bir bilgisayar kurdu olan Jonah ise internette ilişki kurduğu birinin gizemini çözmek ister. Ve işaretler, Nomad- Göçmen kodlu bu kişinin çok yakınlarda olduğunu gösterir. Onun israrıyla, Haley’i geçirmeyi erteleyip sinyalin kaynağına giderler. Orada garip (ve bizim görmediğimiz) bir mücadele olur.

Ve Nic gözlerini bembeyaz bir hastanede açar. Ne olduğunu pek hatırlamaz, ama daha sonra bacaklarının sırra kadem bastığını görecektir!... Karşısında bembeyaz ve maskeli üniformaları içinde garip insanlar vardır. Biri, Damon (ki bunun Nomad’ın tersine çevrilmiş hali olduğunu Nic keşfeder –ama çok geç!) sürekli onu sorguya çeker.

Damon ve adamları hangi gücü, hani yönetimi, hangi gezegeni temsil etmektedir? Ve üç genç insanın bu korkunç tımarhaneden ve üzerlerinde yapılan ürkünç deneylerden kaçıp kurtulma umudu var mıdır?

Filmin hikayesi pek ustaca yazılmış gibi durmuyor. Altyapıda gerekli gerilim de yok, filmi yükseltecek felsefi bir önerme de... Temelde yapılan, özellikle günümüzün son derece gösterişli ama aynı ölçüde kof ve tekrara dayanan bilim-kurgularına ve üstün-yapımlarına bir alternatif getirmek. Bir tür ‘fakir, ama yetenekli genç sanatçının bilim-kurgusu’. .

Ama içerik ve hikaye olarak kesinlikle doyurmayan ve özellikle finalde kafamızda ayaklanan birçok soruya yanıt vermeyen film, görselliğiyle ve diri sinema duygusuyla puan kazanıyor. Bu kesinlikle biçimci, uslupçu, deneysel ve yenilikçi bir sinema. Gerçi görsel olarak da klişeler eksik değil: o yavaşlatılmış çekimler, o kalabalık silahlı kaba güç (üstelik birtürlü ateş etmesini beceremiyorlar!)...

Ama yine de filmin belli bir görsel kalitesi ve bilim-kurguyu yenileme özelliği var. Bu kadarı size yeterse...

 

Birzamanlar, bir soğuk savaş vardı...

HAYALET
(Phantom)

Yönetim ve senaryo: Todd Robinson
Görüntü: Byron Werner
Müzik: Jeff Rona
Oyuncular: Ed Harris, David Duchovny, William Fichtner, Lance Henriksen, Johnathon Schaech, Jason Beghe, Derek Magyar, Dagmara Dominczyk, Sean Patrick Flanery, Jordan Bridges/ Amerikan filmi.
 

Bir soğuk savaş filmi. Gerçek soğuk savaş yılları, 1945’den 1990’lara kadar uzanan ve yarım yüzyıla yaklaşan uzun bir dönemdir. Ve bu arada kimi gerçek olaylardan, kimi de çok-satan romanlardan uyarlanan sayısız film ortaya çıkmıştır: Fail Safe’den The Bedford İncident’e, The Manchurian Candidate’den Dr. Strangelove’a, The Man Who Came in From the Cold’dan One Two Three’ye, Lord of War’dan Spy Game’e, The Jackal’dan Wargames’e, The Hunt for Red October’dan Tinker Tailor Soldier Spy’a, The Good Shepherd’dan Charlie Wilson’s War’a, The Red Dawn’dan The Good German’a, Seven Days in May’dan The Osterman Weekend’e...

Hayalet de 1968’de yaşanan bir siyasal krizden yola çıkıyor. Tıpkı o krizi hayalgücü de katarak işleyen Tom Clancy romanı The Hunt for Red October- Kızıl Ekim ve ondan uyarlanan ayni adlı film gibi...

Böylece ABD-Sovyetler ilişkilerinin o en gergin yıllarında, eski tarz bir Sovyet denizaltısına yüklenen en çağdaş atom silahlarının, emekliye ayrılmak üzere olan kaptan Demi komutasında çıktığı seferi izliyoruz. Sağlık sorunları kadar geçmişiyle ilişkili kabuslarıyla da rahatsız bir kişilik olan Demi, gemideki Sovyet casusluk örgütü KGB’den bir avuç yöneticinin sinsi ve tehlikeli planları ve gemiyi ele geçirme girişimleriyle karşılaşıyor. Ve kendisinin bir kukla kaptan olarak seçildiğini anlıyor.

Asıl amaçsa, gemideki atom füzelerini ateşleyip Pasifik’deki Amerikan donanmasını vurmak ve bunu Çin’in üzerine yıkarak, iki devi birbirine düşürüp aradan sıyrılmaktır. Böylece belki üçüncü dünya savaşına gidecek bir tırmanış başlayacak, ama Sovyetler bundan kazançlı çıkacaktır.

Filmin ilk yarısı, hepsi şakır şakır İngilizce konuşan bu kahramanların Rus olması ve geminin bir Sovyet denizaltısı olmasının şoku atlatıldıktan sonra,  bizim kavramamızın zor olduğu olaylarla geçiyor: gerek dönemin siyasal koşullarını, gerekse savaş teknolojisinin kıvrımlarını hafif esnemelerle izlemeye çalışıyoruz!

Ne var ki son yarıda durum değişiyor. Çok farklı insanların farklı nedenlerle giriştiği ve dünyanın sonunu getirebilecek büyük savaşımı ilgiyle izlemeye başlıyoruz. Çünkü biryandan bu, dünyanın 20. yüzyıldaki siyasal gerilim yıllarının henüz unutulmamış anılarını canlandırıyor. Öte yandan, gerçek bir dişediş mücadelenin, erkekler-arası bu amansız savaşın gerilimi tırmanarak artıyor.

Sonuç olarak, bu konulara ilgi duymak koşuluyla rahatça izlenen bir film. Hayli yaşlanmış, ama son derece iyi oyuncu Ed Harris’in yanısıra, X Files’dan David Duchovny, Prison Break’den William Fichtner, Rizzoli and İsles’dan Jordan