TAKİP
(The Rover)
Yönetim ve senaryo: David Michod
Görüntü: Natasha Braier
Müzik: Antony Partos
Oyuncular: Guy Pierce, Robert Pattinson, Scoot McNairy, Tawanda Manyimo, David Field, Ben Armer/ Avustralya- Amerikan filmi
“Felaketten on yıl sonra” açılıyor film... Hangi felaket, belli değil. Maksat distopya tarzı bir film yapmak olsun... Tarih ya da ülke önemli mi?
Böylece ıssız Avustralya çöllerinde (çekimlerin kentten ıssız doğaya kaydırılması maliyet açısından akıllıca!), bir avuç insanın olabildiğince sert ve haşin ilişkilerini iziyoruz. Ortada ne devlet, ne polis, ne de yasalar var... Bu herkesin özgür ve herşeyin meşru olduğu, yasal ve toplumsal olduğu kadar ahlaki sınırların da iyice gevşediği bir düzendir.
Bu kargaşa ya da kıyamet içinde, tek varlığı olan arabası gözlerinin (ve gözlerimizin) önünde üç haydut tarafından çalınan Eric, onlardan birinin ağır yaralı olarak geride bırakılmış kardeşini de yanına alarak, hırsızların peşine düşüyor. Ailesi de öldürülmüş olan olan Eric, klasik bir western’deki gibi intikam peşindedir. Yaralı Rey ise tam bir gerizekalı zavallıdır. Ve bu iki ezik insan garip bir takım oluşturacaktır.
Filmin son dönemin hızla çoğalan (yoksa gerçekten de felaket yaklaşıyor mu?) distopik yapımları içinde çok özel bir yer tutacağı belki söylenemez. Çöken bir dünyada herkesin kendi yasalarını uyguladığı bu düzen, bir tür Çok Vahşi Batı sanki...
Guy Pearce’in ve yan oyuncuların oyunları kusursuza yakın. Robert Pattinson’a gelince... Twilight serisinin üne kavuşturduğu bu genç oyuncu, ilk gerçek oyunculuk sınavını David Fincher’in Cosmopolis’inde vermişti. Ama böylesine bir role ilk kez sıvanıyor: çürümüş dişleriyle, günlerdir traşsız yüzüyle, leş gibi koktuğu sanki salondan duyulan giysileriyle, tek kelimeyle iğrenç duruyor!...
Ama çabası kayda değer. Ancak burada da yönetmenin temel bir yanlışı devreye giriyor: filmin (özellikle kadın seyirci için) en çekici adı olan Pattinson’u sonuna dek sömürmek... Kamera -kimi zaman gereksizce- öylesine ona ve yüzüne odaklanıyor ki, içimizden ‘yeter yahu!’ demek geliyor!.. Bu da filmin çok lehine olmuyor.
Daha çok karamsar bilim-kurguları, moda deyimiyle distopya filmlerini sevenler için...
Not 1: Çarşamba günü çıkan Cehalet, Yağma, Rant Çağı yazımda, tarihi Abdullah lokantası konusunda bir hata yapmışım. Küçük bir hata: sadece yüz yıllık!.. Lokanta 1988’de değil, 1888’de açılmıştı.
Not 2: Dün (Perşembe) Hürriyet’te Ertuğrul Özkök’ün Yola Çıkan Adam’ın Portresi yazısı, son günlerin en güçlü ve sert politik yazısıydı. Mutlaka bulup okuyun.