|
August Strindberg kuşku yok ki çağdaş tiyatronun kurucularından bir büyük yazar. Bizde bile defalarca oynanmış ve hayli sık filme alınmış bu ünlü oyun, bu kez ünlü usta yönetmen İngmar Bergman’ın eşi, oyuncu, yazar ve yönetmen Liv Ullmann’ın yeni filmine konuk oluyor. Onun 2000 yılındaki Sadakatsiz filminden beri ilk yönetmenliği olarak..
Film kişilerini son derece canlı biçimde karşımıza getiriyor. Sınırlı mekanları bir büyücü ustalığıyla yaşayan yerlere dönüştürüyor ve üç kişilik oyunu/filmi, ustalıkla dönemin birçok özelliğini yansıtan bir belge haline getiriyor.
En başta sınıfsallık. İngiltere’yi hep sınıfsal bir topluma örnek gösterirler. Yani sınıfların kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı, aradaki ilişkilerin hep sınırlı kalması gereken bir toplum. Sanki insan kaderinin daha doğumuyla birlikte çizildiği ve sonrasında, birey olarak çok az şeyin değiştirilebileceği bir arkaik toplum biçimi.
Ama İsveç toplumu da, en azından o yıllarda (1890’lar) ne denli sınıfsalmış... Nasıl bir bölünme, nasıl keskin sınır çizgileri, nasıl yasalar ve de yazılı olmayan kurallar varmış... Cinselliğin bile kolay aşamadığı, en basit dürtülere uyup aştığında da ciddi bir bedel ödemeyi gerektiren duvarlar varmış...
Tüm eser, en can alııcı diyaloglarıyla birlikte, bir baronun kızı olan bayan Julie ve onun biraz can sıkıntısı, biraz cinselliğin çağrısıyla ve biraz da bir oyun gibi kancasını taktığı yakışıklı uşak John arasındaki sınıfsal uçurum çevresinde dönüyor. Aslında John’un hizmetçi Kathleen’le ilişkisi var, hatta nişanlılar. Ama bayan Julie’nin oyuna girmesi, dengeleri altüst ediyor.
Oyuncular rolleri gerçek anlamda birer eldiven gibi fiziklerine ve kişiliklerine geçirmişler. Çok az gelişme içermesine karşın tüm gerilim, cinsellik kadar, hatta ondan çok sınıfsallıktan doğuyor. Erkek ve kadın bu konuda her attıkları adımdan sonra ürküyor ve geriye kaçıyorlar.
Ama doğanın kanunu, toplumun yasalarına hep üstün çıkmaz mı? Ancak o donup kalmış sınıfsallık içinde bu elbette bir suçtur ve her suç gibi, cezası da olacaktır.
Bir kadın-erkek ilişkisi ve kapalı mekan dramından çok, yaman bir sınıfsal karşılaşmanın ve savaşımın hikayesi bu... Belki sınıflar-arası ilişkiler üzerine Marx’ın Komünist Manifestosu’ndan daha çok şey söyleyen bir film: hayli abartırsak!.. Üstelik bunu bilimsel jargonla değil, cinselliğin evrensel ve yaygın aracılığıyla yapıyor. İlginç!..
Son dönemde sıkça izlediğimiz Jessica Chastain (Aşkın Halleri, Yıldızlararası), bu kez tüm filmi taşıyor. Ve yine güzellikle çirkinlik arasında gidip gelen benzersiz yüzünü ustaca kullanıyor. Colin Farell’in ‘seksi uşağı’ ise kolay unutulamaz bir kompozisyon...
New York sokaklarında Rus soykırımı!...
JOHN WİCK X X Yönetmen: Chad Stahelski |
Aksiyon sevenlerin gözü aydın!.. Öyle bir film geliyor ki nefes bile almadan izleyeceksiniz. Ve cesetler üstüste yığılmaya başladığında, içinizi tuhaf bir sevinç dolduracak: çünkü öldürülenler öylesine kötü adamlar, öylesine berbat bir Mafya çetesinin vurucu gücü ki...
Ama New York gibi modern bir megapolun göbeğinde, polisi ve kolluk kuvvetlerini hemen hiç işin içine karıştırmadan, sadece bir çağdaş silahşörün bilek gücü, cesareti, kurnazlığı ve bol da şansıyla yürüyen bu modern ve görkemli katliam, herşeye karşın bir keyif ögesi olabilir mi? Ve herhangi biçimde hoşgörülüp bağışlanabilir mi?
İnsanoğlu mağara çağındaki kişisel ve şiddete dayalı öç alma duygusunu, yüzyıllar boyunca incelterek bir suç ve ceza sistemine, bir çağdaş hukuk ve adalet anlayışına dönüştürmedi mi? Bu gibi filmler, tüm insanlık tarihine yayılmış bu büyük çabayı sonuç olarak hiçe sayma ve yeniden kişisel adalet sistemini geri getirme yolunda görkemli ve tehlikeli birer adım değil mi?
Vallahi ben böyle düşünüyorum. Aşırı ahlakçı değilim, ama nasıl bir dönemin özellikle Charles Bronson katkılı o kişisel intikam filmlerini sevmediysem (ki en parlak örneği Death Wish- Yara serisiydi), nasıl daha sonra Schwarzenegger, Stallone, Statham veya Van Damme katkılı bu tür öyküleri de sevmediysem, bu filmi de parlak cilasının altından sırıtan özüyle sevemedim. Çünkü bu yola bir girdiniz mi, arkası gelmez. Ya da çok kötü gelir. Kişi olarak, toplum olarak ve evrensel ölçekte...
Bir parantez açıp, yine bir şiddet çağı olan Vahşi Batı dönemini ele alan western türünün birçok filmini ayırıyorum. Başta Affedilmeyen adlı Clint Eastwood başyapıtı olmak üzere... Çünkü onlar şiddeti, bir dönemin bilinen gerçeği çerçevesinde ele aldılar. Ve belli bir tarihsel gerçekliğe ulaştılar.
Demek ki artık tüm dünyaya yayıldığı anlaşılan Rus Mafya’larından en korkunç birinin, New York’un göbeğinde kurduğu bir kırallık var. Bu çete vaktiyle John Wick’in de yuvası olmuş, Wick orada uzun süre patrona hizmet vermiş. Ama anlaşılan gerçek aşkı bulunca, olasılıkla eşinin isteğiyle çekilip çok daha mütevazı, ama dürüst bir yaşama razı olmuştur. Filmin hemen başında kadın ölür, John Wick de mateme girer.
Tam o sırada birkaç Rus serserisi, onun göz koydukları gösterişli arabasını almak için adamı iyice döver, bu arada köpeğini de öldürürler. Oysa o şirin köpek, ona ölen eşinden son bir armağandır: ölümünden sonra kapısına bırakılan bir kutudan son bir mesajla birlikte çıkan ve hayatına giren... Arabayı belki, ama köpeği affedecek değildir. Ve böylece korkunç bir savaşım başlar: giderek katliama dönüşen...
Dediğim gibi, bu tür filmleri sevmiyorum. Kişisel intikam düşüncesini de, hangi nedenlerle olursa olsun, hele uygar bir çevrede katliama dönüşen bir kıyım operasyonunu da onaylamıyorum.
Bu yüzden başlıktaki ‘soykırım’ sözcüğünü kullandım. Bu elbette bir soykırım değil, ama hemen tümüyle Rus Mafyası’nın çoğu Rus olan elemanlarına yöneldiğine göre, öyle de sayılabilir!.. Ve film ne denli sürükleci ve aksiyon açısından spektaküler olsa da, bu yanıyla bağışlanacak gibi değil.