Atilla Dorsay

15 Mart 2015

Erol Büyükburç ve cumhurbaşkanımız

Öyle konuşmuş ki, ölümü sanki gayet şüpheli, ancak tahkikatla aydınlanacak kuşkulu bir olay

Erol Büyükburç öldü. Sevdiğim bir insandı, pop müzik tarihimizin erken dönem ikonlarından biriydi. “Türk Elvis Presley’i” tanımı ne derece yakışır, bilemiyorum. Ama Elvis’li yıllarda ve 1961 gibi Türk popu açısından erken bir tarihte yazıp üne kavuşturduğu Little Lucy adlı şarkının hala unutulmadığını hatırlatmak isterim. Tam 50-60’lar havasındaki bu son derece melodik, kıvrak rock şarkıyı niçin İngilizce olarak yaptığı açık: Türkçe tangoların dışında o zamana dek başarı kazanmış ve hit olmuş hiçbir Türkçe sözlü pop parçası yoktu ki...

Biz zamanın gençleri şarkıya bayılmıştık. Ayni yıllarda onu Galatasaray’daki ünlü Karavan klübünde dinlemeye gittiğimizi de hatırlıyorum. Ardından sayısız hit parça, 30’u aşkın, çoğu müzikal film ve yurt çapında büyük ün geldi. Sahne kılıkları ise sanki Zeki Müren’in pop müzik şubesi gibiydi!...

Son yıllarda biraz yaşlanmış, giyinişinden simsiyah saçlarına biraz ‘kitsch’ olmuş bir eski şöhretti. Ama sahnesinden şovuna, şakalarından şarkılarına kolay unutulmayacak.

Erol Büyükburç üzerine sayın cumhurbaşkanımızın basına yansıyan görüşleri ise şöyle: “Hüznümüz var. Kendisine rahmet, yakınlarına sabırlar diliyorum. Özellikle de ertesi günkü bir programı öncesinde böyle birşeyin gerçekleşmiş olması düşündürücü. Güvenlik güçlerimizden bu işin neticesini almadık. Nedir, ne değildir...Adli tıp incelemesinden sonra bize gereken bilgiler verilecektir.”

Elbette sayın cumhurbaşkanımızdan Büyükburç’un sanat hayatıyla ilgili bir yorum beklemiyoruk. Ne yaşı özellikle Little Lucy dönemini bilmeye ‘müsaittir’, ne de eğitimi pop müzikle herhangi bir ilişki kurmaya...

Ama böylesine bir ‘komplo teorisi!’...Öyle konuşmuş ki, ölümü sanki gayet şüpheli, ancak tahkikatla aydınlanacak kuşkulu bir olay. Bırakınız adli tıpın böyle bir olaydan (bir pop starının ölümü) sonra, incelemesinin sonucunu onca makamı atlayıp bizzat sayın cumhurbaşkanına iletmesine yapılan atıfın tuhaflığını...(Yoksa artık beklenen bu mu?)

Ama 79 yaşında, kalbinde üç stent taşıyan, şeker hastası bir adamın evinde ölü bulunması, nasıl oluyor da akla karanlık bir olayı getiriyor? Niçin doğal nedenler değil de kuşkulu entrikalar düşünülüyor? Yoksa artık ülkede olup biten herşeyin ardında komplo arama, heryerde ‘paralel’ görme hastalığı böylesine büyüyüp gelişti mi?

Ben çözemedim. Çözen varsa...

 

SİYAD’IN DOSTLARI  VE YEMİNLİ DÜŞMANLARI

 

SİYAD gecesi üzerine yeterince yazılıp çizildi. Ben geçen gün hiçbir şey yazmak istemediğimi belirtmiştim. Ama bizi üzen iki yazıya yanıt vermek istiyorum. Eleştiriye elbette hep ve herzaman açığız: hem de koşulsuz biçimde...Nasıl olmasın ki, adımız zaten eleştirmen...Ama haksız ve insafsız, üstelik hakarete varan yazılara da hep karşı çıkacağız.

Hürriyet- Kelebek’te Cengiz Semercioğlu da bizi eleştirmiş. ama yaptığı tüm eleştirilerde haklı. Örneğin kılık-kıyafet ya da ödül almaya gelmeyenler... Hemen hepsinin de meşru mazeretleri vardı: Genco Erkal ve Haluk Bilginer’in tiyatro oyunları, Gökhan Tiryaki’nin bir dış ülkede film çekmesi gibi. Peki ama, ne yapalım? Polis zoruyla mı getirtelim?

Ama Cengiz iyi şeyleri de yazmış. Ve bize ciddi komplimanlar yapmış. Gerçi sonuç olarak geceye 10 üzerinden sadece 5 vermesi bana biraz insafsız geldi!..Ama ne yapalım?

Böyle dostça, en azından dengeli yazılara hiç itirazımız yok. Ayrıca yine Hürriyet’de muhabir Behlul Aydın ve yazar Ömür Gedik’in toplam tam sayfayı bulan yazıları bizim için ne güzeldi!...

Ama örneğin dost Milliyet’in (sanatın ve kültürün dostu anlamına!) kıdemli magazin yazarı Ali Eyüboğlu “SİYAD kafası” başlıklı kısa değinmesinde “eve gidip NTV’nin yayınladığı törene birkaç dakika göz atınca” diyerek katı eleştiriler yapmış. 

Ve ‘birkaç dakika göz atmak” sonucu bakın neler demiş: “Attila Özdemiroğlu gibi bir müzisyene onur ödülünü şimdiye kadan hiçbir filmde oynamamış üstelik hiç beste yapmamış ve üstüne üstlük kanser tedavisi gören bir insana ‘çok zengin bir oyuncu olduğumu görmeden ölme’ diyen Gonca Vuslateri’ne verdiren, onca sunucu varken bu işi Özge Özberk’e yaptıran, aday gösterdiği filmin baş oyuncularını törene davet etmeyi unutan SİYAD kafası”...

Yahu, bilmiyorsan ve merak ediyorsan, biraz sorup öğrensene...Gonca Vuslateri’ni tanımam. Ama onu bizzat Özdemiroğlu istedi. Sezen Aksu veya o diyerek..Sezen gelemedi, Gonca geldi. Ve çok değişik, çok marifetli bir kız tanıdık. Biraz çılgın, çok da hareketli. Zaten gençlik bu değil midir? Ayrıca bir yandan dizide oynayıp öte yandan 8 Mart kadınlar gününde Cumhuriyet gazetesine yazı yazmak az şey mi?..

Ben Gonca’yı tanımaktan çok memnumun. Üstelik Attila ile söyleşisi olay oldu, tüm gazetelerde çıktı. Hürriyet ve HaberTürk’de manşette olarak...Daha ne isteriz?  Keşke biz çağırsaydık da, onu keşfetme onuru bizim olsaydı!...

Özge Özberk de neredeyse son dakikada, gedikli sunucumuz sevgili Ceyda Düvenci’nin bir aile sorunu nedeniyle gelememesi üzerine bize önerdiği bir yakın arkadaşıydı. Ve işini bence çok iyi yaptı. Onu tanımaktan da çok mutluyuz. Ve birçok konuda gençlere şans tanımayı ve güvenmeyi sürdüreceğiz.

Davetiye meselesi’ne gelince....Yüzlerce davetiye yollanıyor. Kimileri bir nedenle ulaşmamış olabilir. Bir-iki örnek verip bunun hesabı sorulur mu?

Hey Allahın kulu Ali. O gecede hiçbir ilginç, önemli, anılmaya değer olay  olmadı mı? Ayni gazetenin Cadde ekinde çıkan Emrah Akçaay  ve Gülay Afşar imzalı haber-yorumlar da seni hiç utandırmadı mı?

 

Bir ‘yeminli SİYAD düşmanı’

 

Bir de elbette o yeminli SİYAD düşmanı, her yıl bu zamanda bizim için hep ayni şeyleri usanmadan yazan adam var. Adını anmak bile istemiyorum. Yine öylesine nefretle, öylesine hastalıklı bir kinle yazmış ki...Sanki SİYAD iyi-kötü birşeyler yapmaya çabalayan bir kültür kurumu  değil, bir suç çetesi...Öylesine haşin, zalim ve terbiyesizce...

Ama onu da anlamaya çalışıyorum. Şimdi artık yıllardır ardına sığındığı tüm inançların ve fikirlerin tam tersini savunur hale gelmiş gazetesinde, hergün nefret ettiği bir dizi yazarla karşıkarşıya gelmemeye çalışarak o binaya giriyor.  Mecburen, sadece hava-cıva yazıyor: spor, trafik, popüler filmler, klasik konserler, lokanta, vs. Okurunu günden güne yitiriyor, 50 yıllık gazeteciliğinin getirdiği popülerliği un-ufak ediyor. Ve bunun travmasını yaşıyor.

O yazısında sadece biz sinema yazarlarına değil, o geceye katılan herkese hakaret ediyor, nefret kusuyor. Ve onları da düşmanları arasına  katıyor. Ne hovardalık!...Allahtan orada da gecemizin hakkını veren ve doğruları yazan isimler var: muhabir Gökhan Duman, köşe yazarı Mevlut Tezel. Okur hepsini okuyor, farkı görüyor, gerçeği anlıyor.

Onun bize, mesleğimize ve  kişiliğimize saldırısı ise artık klinik bir vaka, psikolojik bir sorun. Bizi çoktan aşan, doktorluk bir mesele...