SEKİZ SANİYE X X X Yönetmen: Ömer Faruk Sorak
|
Berlin’de doğup büyümüş olan Esra İnal’ın hayat hikayesinden yola çıkan bir film. Türk sinemasında yapılagelmiş hiçbir filme benzemeyen farklı bir konusu ve kendine özgü temaları olması, başlıca ilginç yanı.
Tipik bir ‘Alamanyalı Türk’ ailenin kızı ve üç çocuğundan biri olan Esra, küçük yaştan itibaren düşler görüyor ve bunların bazıları sonradan gerçek çıkıyor. Ayni biçimde, uzak mesafede konuşulanları duyma ya da duvarların ardında olup bitenleri görme yetenekleri de var.
Tüm bunlar hayatını zorlaştırıyor elbette...Ve onu sürekli arayışlara itiyor. Daha kötüsü ise erkeklerle olan ilişkileri. Gerçi, nedense kendisinden çok büyük duran (çünkü ileri yaştaki iki oyuncu, Sema Poyraz ve Salih Kalyon oynamışlar) ana-babası birer melek!...Ama örneğin bir süre yanında yaşamak zorunda kaldığı eniştesi Sami, ona bir cehennem hayatı yaşatıyor. Büyük bir aşkla evlendiği taksi şoförü Tayfun ise (aslında anlaşamayacakları tam düğün öncesi ortaya çıkıyor), ataerkil Türk erkeğinin tipik örneği.
Ve sonunda karşılaştığı, belki hayatının erkeği olabilecek Mo (Muhiddin) ise (Fahri Yardım) karışık, hatta kirli işlere bulaşıyor. Ve onu hayat yolunda yine yalnız bırakıyor. Zorlu bir akıl hastanesi döneminden sonra kurtuluş ise, dünyaca tanınan bir gerçek kişilik, özellikle Dört Anlaşma adlı kitabı tüm dillere çevrilen Meksikalı ‘spiritüel eğitmen’ Don Miguel Ruiz tarafından geliyor: filmde bizzat kendisini oynayan...
Bu çoğunluğa seslenen, bu arada kişisel olarak bana da hitap eden bir hikaye değil. Ama böyle bir arayış içinde olan, inanca, spiritüalizme, yoga’ya, mutluluğun reçetesini öneren çok-satan kitaplara ve fantezi görülebilecek benzer limanlara sığınan o kadar çok insan ve onlara mutluluk yollarını vaad eden o kadar çok ‘yaşam gurusu’ var ki... Katılmasam da bunlara saygıyla bakıyorum.
Üstelik tüm film gerçek bir kişiliğe, üç yıldır artık aramızda, Türkiye’de yaşayan bu herşeyiyle otantik kahramana dayanıyor. Bu onun yaşadıkları, bu onun hayatı. Ve de Esra İnal, hikayesi, senaryosu ve bizzat (hem de gayet başarılı bir oyunla) canlandırdığı kişiliğiyle, özgün bir film kahramanı. İlginç değil mi?
Üstelik bu kadının günümüz Türkiye’siyle (hatta tüm dünyayla: Oscar’daki Patricia Arquette konuşmasını hatırlayın!) çok iyi bağdaşan, adeta güncelliğe cuk oturan bir öyküsü var. Filmde de dediği gibi, o artık ‘emaneten erkeklere verilmek istemiyor’.
Böylece film, çok daha önce yazılıp çevrildiği halde, sonradan (çok yakın zamanda) cumhurbaşkanımızın etttiği “kadınlarımız bize emanettir” sözüne karşı çıkıyor. Hem de akla gelebilecek en sert ve kararlı biçimde...Bu nedenle, filmin sinemamızda yapılmış en ‘feminist’ film olduğu kadar, dünya sineması içinde de bu açıdan özel bir ilgi göreceği söylenebilir.
Belki sinemaseverler için asıl ilginç olansa, yönetmen Sorak’ın gerçekten iyi bir işi çıkarmış olması. Filmin baştan sona iyi işleyen bir mizansen duygusu ve sürekli şaşırtan bir görselliği var. Sanki bir yabancı film izler gibi...Ki bu, örneğin o görkemli ‘Alman cafe’si’ bölümünden Meksika bölümüne, hastane çekimlerinden aile toplantılarına birçok yerde kendisini gösteriyor.
Oyun düzeyi ve müziği de başarılı olan filmi, belki bu ‘rüyalar alemi’ ve spiritizma işlerine meraklı olanlar ayrı bir keyifle izleyecek. Ama, dediğim gibi, ‘sıradan seyirci’ için de hoş sürprizleri yok değil. Adının (Sekiz Saniye) anlamını çözmek içinse, ilk başlarda dikkat kesilin!...Yoksa kaçırırsınız.
Yarın: Birdman