Atilla Dorsay

30 Eylül 2017

Erkek bencilliğinden korku filmine şaşırtıcı bir geçiş

Kadınlık Durumu’nun en önemli aşaması olan annelik, çok farklı bir yaklaşım içinde ele alınıyor

 

ANNE!    (Mother!)     X  X  X  X

Yönetim ve senaryo: Darren Aronofsky
Görüntü: Matthew Libatique
Oyuncular:  Jennifer Lawrence, Javier Bardem, Ed Harris, Michelle Pfeiffer, Brian Gleeson, Domnhall Gleeson

Paramount (UİP) filmi

 

Anne!.. Gerçekten insanı şaşırtan, hatta allak-bullak eden bir yapım...Venedik şenliğindeki gösterisinden sonra seyircilerin yarısı coşkuyla alkışlarken, öbür yarısının yuhalaması boşuna olmamış!.. Bizim basın gösteriminden sonra da yargılar öylesine çelişkili oldu.

Nasıl anlatmalı bu filmi? Her şeyiyle sorunlu olduğu, hayata pamuk ipliğiyle bağlı durduğu anlaşılan, sürekli gerçekle hayalleri arasında gidip gelen, yumuşak, ezik, matem içinde gibi güzel bir kadın. Adı asla telaffuz edilmediği için (Kadının Adı Yok!) ‘anne’ diye anacağımız...

Yanı başında, aslında yine adı söylenmediği için “O” diyeceğimiz, ünlü ve yetenekli yazar kocası. Ve de kocasının olup anne’nin bizzat ve inanılmaz bir çabayla, oda oda onarıp düzenlediği, yenilediği eski ev.

Ki o taşra evinin sakinliği, aslında büyük dramları içermektedir. O biryandan o eski kitaplarına ve o yazma arzusuna geri dönemediği için mutsuz, öte yandan kendisine alabildiğine aşık ‘anne’ nedeniyle talihinin farkında bir adamdır. Ama karısının hayran ve sadık bakışları önünde kalem-kağıdın başına geçtiğinde, eli bir türlü iki satır bile yazmayı başaramaz.

Ve o arada eve bir Erkek gelir. Bir yaşlı doktor, kendisi de sürekli öksüren, olasılıkla ölüme mahkum bir hasta olan...Ve O’nun gerçek bir okuru, hayranı. Peşinden eşi kapıyı çalar: bu kez Kadın diye anacağımız, biraz çökmüş fiziğinin ardında eski bir güzellik ve tutkuyu hala taşıyan...   

Ve anne’yi etkisi altına alıp özellikle çocuk sahibi olma sorununu açar. Tıpkı O’yu tekeline alıp civarda gezilere çıkaran kocası Erkek gibi...

Böylece, doğanın ortasında kaybolmuş bu tozlu mekanda kaderin karşılaştırdığı iki çiftin iç içe girmiş öyküsünü izler gibi oluruz. Ama yazar-yönetmenin sürprizleri bitmez. Sonuna dek...Örneğin, önce nevzuhur ve pek istenmeyen konukların iki oğlu çıkagelir, bir büyük aile kavgası yaşanır, hatta kan dökülür, biri ölür. Ve tüm bunlar, içine kapanık dünyasına zorla girilmek istenen anne’nin giderek artan bir korkuyu yansıtan gözleri önünde olur..

Sonra çocuk konusu çıkagelir. Çünkü anne ilk kez hamile kalır. Bu her şeyi değiştirecek gibidir. Hele O için...Çünkü birden esinine kavuşur, oturup yazmaya başlar. Ve o kitap hemen yayınlanır.

Ardından büyük ve fanatik bir okur kitlesi evi doldurur. Yeniden üne ve hayranlarına kavuşan O’nun inanılmaz hoşgörüsüyle, ev tam bir panayıra döner. Ve o çılgın kalabalığın giderek artan ve ölümcül bir aleme dönüşen sorumsuz eğlencesi, annenin doğumuna denk gelir.

Bu özete pek itibar etmeyin!.. Çünkü bu, aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir simgelerle ve hayallerle yüklü masaldır. Böylece bir yandan o giderek artan boşanmış kitlesel eğlence, bize Luis Bunuel’i, özellikle de burjuvazinin Gizli Çekiciliği başyapıtını düşündürür.

Öte yandan, temel bir olgu ve Kadınlık Durumu’nun en önemli aşaması olan annelik, çok farklı bir yaklaşım içinde ele alınır. Bir tür kapalı mekan ya da “uğursuz ev” tabanlı korku filminin, duvarların nice gizler sakladığı bir dekorun ürküntüsü içinde...

Ama belki en önemlisi, O’nun yazarlık macerasıdır. O, kendine özgü büyük yeteneği, ama ayni ölçüdeki korkunç bencilliği içinde, yalnız anne’yi değil, hayatına giren tüm kadınları kullanmış, hatta gerçek anlamda kemirmiştir: yüreklerine varıncaya dek...

Ve bu aslında çok katmanlı karmaşık hikaye, çeşitli ögeler içinde belki en çok buna yaslanır: yani saklı, ama yoğun ve sanki filmin dokusundan fışkıran dehşet duygusunun öne çıkan etkisi.

Böylece filmin gördüğü çok farklı tepkilerin nedeni de anlaşılır. Çünkü gerçek anlamda mantıklı, akılcı ve gerçekçi bir hikaye örgüsü yoktur. Ve her şey belli simgesellik yapılarına gelip dayandırılmıştır. O açıdan, kolayca itici bir film olarak algılanabilir. 

Ama bu ilk izlenimi aşabilenler için yenileyici, cüretkar ve radikal biçimde farklı bir film olduğunu düşünüyor ve bu deneyimin yaşanması gerektiğine inanıyorum. Özellikle yönetmenin 2010’daki Siyah Kuğu filmini de tam bir başyapıt saymış bir sinefil olarak....

Ve son bir not: Filmin en çok kadınlarına bayıldım. Kendisini bir kez daha aşan ve Oscar’da mutlaka söz sahibi olacak Jennifer Lawrence.

Ve de uzun bir ayrılıktan sonra dönüş yapan ve hayli yaşlanmış bir yüzün ardında, yine kıpır kıpır bir oyunculukla inanılmaz bir ‘kötü kadın’ çizen Michelle Pfeiffer...