DUL KADINLAR Yönetmen: Steve McQueen Fox filmi |
1983’de yayınlanıp ilgi gören bir İngiliz polisiye serisinin günümüz Chicago’suna nakledilmiş yorumu. Ama öylesine tipik Amerikan ögeler içeriyor ki, bunu İngiltere’de düşünmek zor. Ya da belki uyarlamanın başarısından söz etmek gerekir.
Film Chicago’da yaşayan bir avuç çiftin öyküsünü ana tema olarak alıyor. Hepsinin ortak bir noktası vardır: Kadınlar iyi yürekli ve dürüst insanlardır; birer melek olmasalar da.... Ama erkeklerin hepsi kirli işlere bulaşmış, hırsızlıktan gangsterliğe uzanan bir çizgi üzerinde yasayla karşı karşıya gelmiş kişilerdir. Ve bunlardan üçü art arda öldürülür. Dullarınaysa matem tutmak kalır.
Ama Veronica’nın konumu başkadır. Bu siyahi dul, eşi ‘beyaz’ Harry’le gerçek bir aşk yaşamıştır: Açılış bölümündeki cinsellik dozu yüksek sahnenin gösterdiği gibi... Ama kocası öyle pis işlere bulaşmıştır ki, sonu en vahşi biçimde öldürülmek olur. Ardında yine kötü insanlara büyük bir borç bırakarak...
Tutkulu olduğu kadar da yürekli Veronica için tek çare, aynı konumdaki kadınları ikna edip, hatta dışardan da zorunlu bir takviye alarak, bir büyük soyguna girişmektir. Ne kadar riskli olsa da...
Demek ki film yakın zamanda izlediğimiz bir kadın işi soygun öyküsü sunan Oceans’ Eight filmini akla getiriyor. Ama o düzenli bir eğlencelik olmaktan öteye geçmiyordu. Buysa Amerikan sinemasının ustası olduğu bir türde çok daha yükseklere çıkıyor.
Öncelikle ABD’nin hem siyahi oranı, hem de suç sayısı en yüksek kentlerinden olan Chicago’ya yakışan bir çerçeveye oturuyor film... Bir yandan siyahiler üzerinde süregelen baskılar ve egemen olan ırkçılık. Ve beyaz yerel yöneticilerin tüm yozlaşmışlıkları ve rant kavgaları içinde, yönetimi yükselen siyahilere bırakmamak için verdikleri amansız kavga.
Öte yandan, siyahilerin de kendi içlerindeki çürüme, hatta apaçık gangsterliğe erişen kötülükleri. Bu görünüşü sahte bir sosyal makyaj ardında gizlemeye çabalıyorlar: Örneğin Minority Women-Owned Work- MWOW. Yani azınlık kadınların yönetimdeki işler. Ama tüm bunlar iki yanda da hüküm süren sömürücü ve ırkçı zihniyeti gidermeye yetmiyor.
Ve akla şu soru geliyor: Biz acaba Amerikan usulü demokrasiyi övmede aşırı mı davrandık? Yoksa böyle bir şey vardı da acaba Trump’tan sonra tümüyle uçup gitti mi?
Film gayet düzeyli bir oyunculuğa dayanıyor. Veronica’da Oscarlı Viola Davis harika. Diğer siyahi oyuncular Cynthia Erivo, Brian Tyree Henry, Daniel Kaluuya da öyle. Soyguncu kadınlarda Michelle Rodriguez ve Elizabeth Debicki de süper. Özlediğimiz oyunculardan Robert Duvall eski başkan ve Colin Farrel oğlu rollerinde filme büyük katkıda bulunuyorlar. Harry Rawling’deki Liam Neeson için de aynı şey söylenebilir.
Özellikle 2005’lerden itibaren çektiği Hunger-Açlık, Shame-Utanç, 12 Yılık Esaret gibi filmlerle adını duyuran siyahi yönetmen Steve McQueen’in (ünlü oyuncuyla hiçbir ilişkisi yok!) beş yıl aradan sonra çektiği film, biçimsel düzeyiyle de göz dolduruyor. Örneğin baştaki sevişmeyle soygun bölümlerinin koşut kurguyla verilmesi; arabayla hızlı bir gidişte her şeyin aracın sağına monte edilmiş kamerayla gösterilmesi ya da eski başkanın öldürülmesi gibi sahnelere dikkat!...
Bunlar, görmesini bilen gözler için bir sinema şöleni gibi. Ve filmin verdiği keyfi büyük ölçüde arttırıyor.
Yarın: WHİTNEY