BEN, DANIEL BLAKE X X X ½ |
Ne festivalmiş, şu son 2016 Cannes Festivali... Öylesine zengin bir çeşitliliği, çok farklı türlerde öylesine iyi filmleri varmış ki, bunca zaman geçti, hâlâ o filmlerle besleniyoruz. Daha gelecekler de var!..
İşte festivalde siyasal sinemayı temsil etmiş olan bir film.
Elbette sorulabilir: Günümüzde gerçek siyasal sinema kaldı mı? Hollywood’un bu tür sinemayı alıp apayrı bir türe, gösteriş ve gerilimle anlatılmış parlak filmlere dönüştürmesinden sonra demek istiyorum.
Allah'tan bu yolda direnen bir avuç yönetmen var. Gerçek iktidar kavgasına, sulandırılmamış sınıfsal çatışmaya ve kapitalizmin gerçek suçlarına yönelik filmler yapan... Türün ustalarından en önde geleninin de hayatını bu tür filmlere adamış büyük İngiliz sinemacısı Ken Loach olduğu su götürmez.
Sayısız ödül ve büyük saygınlık sahibi yönetmen, yeni filmi Ben, Daniel Blake’de yine yar-ü vefakarı yazar Paul Laverty ile işbirliği yapmış. Kahramanı Blake 59 yaşında bir işçi, usta bir marangoz. Ama doktoru kalp hastalığı nedeniyle çalışmasını yasaklamış. O da sosyal kurumlarına başvurarak, geleceğini güvence altına almaya çabalıyor.
Film hiç tanınmayan ya da amatör oyuncularla çekilmiş. Baş roldeki Dave Johns ülkesinde tanınmış bir tiyatro ve ‘stand up’ adamı. Ama bu ilk sinema deneyimi. Fabrika, sokak ve atölye sahneleri gayet başarılı.
Özellikle finalde çaresiz kalan Blake’in Londra’nın göbeğindeki bir caddeye kocaman harflerle BEN, DANIEL BLAKE diye yazıp altına bir de protesto cümlesi döşemesi ve bunun çevreden büyük destek ve sempati görmesi unutulmaz bir bölüm.
Ve film ustanın yarım yüzyıllık kariyerinden ve bunca filmden sonra bu tür sinemanın hala en iyi yaratıcısı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Loach bu filmle tam 13 kez katılarak rekor kırdığı Cannes festivalinde ikinci Altın Palmiye’sini kazandı.
İlki tam 10 yıl önceydi: The Wind that Shakes the Barley- Özgürlük Rüzgarı. Doğrusu bu ikinci Palmiye sürpriz oldu: öylesine zengin bir yarışmada... Ve yönetmen 80 yaşında ödülü alarak bir rekor daha kırmış oldu.
Ama onun asıl ödülü, kuşkusuz sosyalizmin öldüğü ve artık tümüyle kapitalizme, onunla birlikte maddiyatçılığa, çıkarcılığa, ranta ve kaçınılmaz olarak sömürüye teslim olmuş bir dünyada, hâlâ emeğin ve emekçinin sinemada en büyük adı ve bir numaralı sözcüsü olması değil mi?
Üstelik onun ülkesinde böyle şeyler olsa da, temelde gerçek bir demokrasi var. Ya bizde ne var? Ülkenin madenlerinde yüzlerce işçi ölüp giderken, suyu ve yeşili yağmalanırken, ağaçları kesilirken, kamuya ait olan ya da olması gereken tüm alanları birkaç inşaat firmasına veya yandaş patrona peşkeş çekilirken...
Tüm bunlara karşı çıkan gruplara, kurumlara veya sade vatandaşlara neler yapıldığını, giderek polis terörüne maruz bırakıldıklarını hergün görüp işitmiyor muyuz? Bize bir Ken Loach yetmezdi, birkaç tane gerekirdi.
YARIN: 2016’NIN EN İYİ FİLMLERİ