Sinema dergisi de veda etti. Daha doğrusu sahiplerince kapatıldı. Tam 19 yıldır çıkan, o günden beri ülkemizde tüm sinemaseverler için kaçırılmaz bir bilgi ve sevgi odağı haline gelen bu dergi, 20. yılını görme imkânı tanınmadan haince kapatıldı.
Niye oldu bu, dergi satmıyor ve zarar mı ediyordu? Hayır. Hala 10 bin civarı sadık bir okuru ve camiada büyük bir saygınlığı vardı. Birçok sinema yazarının değişik biçimlerde katkıda bulunduğu dergiye, ben de en azından 15-16 yıldır yazıyordum. Yeni çekilen filmler çok önceden öğreniliyor, gösterime çıkanlar üzerine en geniş bilgiler ve söyleşiler yayınlanıyor, tüm festivaller izleniyor, sinema tarihine nostaljik veya radikal dalışlar yapılıyordu. Onca has sinemasever kalemin çabasıyla gerçek bir sinema kültürü platformu oluşmuştu. En öncel bilgilerden en sofistike analizlere geniş bir yelpaze içinde...
Ama ne oldu? Derginin sahibi konumundaki Turkuaz grubu, yani Sabah gazetesi sahipleri, gazeteyi de ATV kanalıyla birlikte sattılar. Bir büyük, hatta dev inşaat şirketine... Onlar da ilk iş grubun dergilerinden kurtuldular. Elbette böyle sanat-manat gibi işlerle uğraşmak, onların şanına yakışmazdı. Devasa işler yapanlar böylesine küçük hesaplarla uğraşabilir miydi? Günümüzün gemi azıya almış ve artık her şeyi, ama her şeyi rant ve kazanç çerçevesi içinde ele alan ve örneğin yeşil denince sadece doların yeşilini gören azgın kapitalist mantığı içinde?
Ve böylece Sinema ve ünlü Aktüel haber dergisiyle birlikte, tam yedi dergi kapandı. Hem de yeni bir ayın (ve de yeni bir yılın) çok yaklaştığı, dergilerin tüm hazırlıklarının yapıldığı, yazı, haber, yorum ve resimlerin çoktan derlendiği günlerde... Örneğin benim, geçen ayın tam bir yaprak dökümüne dönüşen günlerinde art arda ölen o ünlü oyunculardan üçü, ölüm sırasıyla Eleanor Parker, Peter O’Toole ve Joan Fontaine üzerine yazdığım (ve önemleri dolayısıyla alışılmış kapasitemin iki misli olan) yazı da kadük oldu.
Ve en acısı, bu olay o anlı-şanlı gazetelerimizde kültür köşelerine haber bile olamadı, birkaç gazete ve birkaç köşe yazarı dışında kimse ne o dergileri anıp iki üzüntülü laf etti, ne de o ölenler gereğince hatırlandı. Basından başka şeylerle birlikte dışlanan kültür ve ülkede yaşanan genel kültürsüzleştirme eğilimin görkemli bir yansıması.
Ne yapalım? Artık meşrebinize göre ya bir Fatiha okuyun, ya da kemalist jargonla “Işıklar içinde yatsınlar’ deyin. Ama gidenler geri gelmiyor.
Bir Japon efsanesinin filmi
47 RONİN
Yönetmen: Carl Rinsch
Senaryo: Chris Morgan, Hüseyin Amini
Görüntü: John Mathieson
Müzik: İlan Eshkeri
Oyuncular: Keanu Reeves, Rinko Kikuchi, Tadanobu Asano, Hiroyuki Sanada, Ko Shibasaki, Min Tanaka, Jin Akanishi, Rinko Kukichi
Yapım: Universal (UİP) filmi
Ronin, ‘müteveffa’ John Frankenheimer’in (2002’de ölmüştü) 1988 yapımı Ronin filminden beri aşina olduğumuz bir ad. Ve biliyoruz ki bu, samuraylar gibi bir efendinin hizmetinde olmayan, ‘başıbozuk’ Japon silahşorları anlamına geliyor. Toplum ve de samuraylar tarafından küçük görülen bir tür aşağı tabaka. Günümüzün toplumlarına uyarlarsak, çete-dışı bir tür bağımsız serseri denebilir!..
Ama onlardan da beteri var. Saf Japon olmayıp başka ırklarla karışmış ve bu tür onur ve intikam işlerine nasılsa bulaşmış yabancılar. Kahramanımız Kai (Keanu Reeves) onlardan biridir. Annesi Japon, babası İngiliz olan... Bir efendi oğlunun hayatını kurtarmasına karşın, herkesçe küçümsenir. Ama o efendi hain soylu Kira tarafından öldürülünce ve tüm klan tasfiye edilince, intikam kaçınılmaz olur. Ancak bunda Kai’in de yardımı gereklidir.
18. yüzyılda gerçekten yaşandığı rivayet edilen ve Japonlar için ulusal bir efsaneye dönüşmüş olan bir olayın günümüzden bakılarak işlenmesi. Aslında Ronin kavramı Japon kültürü içinde samuray’a yakın bir yer tutuyor. Bu 47 Ronin destanı ise o kültürde defalarca işlenmiş. Romanlardan TV yapımlarına, çizgi-romandan filmlere..
Artık ezberlediğimiz Amerikan tarihi ve kültürünün yanı sıra, farklı ve egzotik kültürlerden beslenen filmler de görmek aslında fena değil. Belli bir yadırgama payımız hep olacak gerçi!.. Ama alışacağız, öğreneceğiz. Eğer gerçekten çok-kültürlü bir dünya istiyorsak…
Film bunu bir ölçüde sağlıyor. Özellikle yarım düzineyi aşkın ve çeşitli filmlerle Batı’da da tanınan Japon oyuncuları sayesinde... Aksiyon bol, kalabalık sahneler gösterişli, tempo hızlı. Ama bir yandan özellikle döğüş ve savaş sahneleri çok hızlı bir kurgu nedeniyle rahat izlenemiyor. Modern sinemanın vazgeçemediği bir hastalık!..
Öte yandan, bizim izlediğimiz Üç-Boyutlu seansta film fazla karanlıktı. Gözlüklerimizi çıkarınca perde aydınlanıyordu gerçi, ama bu kez de flu oluyordu. Üç boyutun temel sakıncası bu. Bilmiyorum Batı’da nasıl çözüm buluyorlar...
Onun dışında, Keanu Reeves, iddialı filmlere dönüşünde çok pasif ve etkisiz kalıyor. Japon oyuncular sanki onu ikinci plana itiyorlar. Konuşması az, ama öz bile olmayan bir senaryo, ona pek edecek laf bırakmamış.
Kala kala aksiyon sahneleri var. Ama onlarda da dublörler devreye giriyor. Ve Matrix serisinin kahramanı, sanki sessiz-sedasız çekip gidiyor.
Sonuç olarak oyalayıcı bir film. Ama çok şey beklemeyin..