Şu zor günlerde aklımızı, dengemizi, enerjimizi tümüyle yitirmemek ve bir tür bitkisel hayata girmemek için tutunacağımız sayılı şeylerden biri yine sanat. Bakınız şu sözlere:
“Merak ediyorsanız Tanrı’yı, ne olur yalnız dine odaklanmayın artık… Matematiğe, fiziğe, müziğe, resme, şiire, dansa başvurun. Sanat özünde bir arayıştır. Tanrı bilimi de arayıştır. Tanrı’ya inansanız da inanmasanız da, konuya yaratıcılıkla yaklaşabilirsiniz.”
Bu sözler, son tatilimde okuduğum birçok kitaptan biri olup burada sözünü edeceğim romandan geliyor. Yani Elif Şafak’ın “Havva’nın Üç Kızı.” Şu günlerde ben de benzer bir şey yapıyorum. ‘Tanrı arayışı’ içinde değil, ama ülkemde olup biten şeylere bir anlam ve izah arayışı içinde sanata sığınıyorum.
Bu yılki yoğun ‘yaz okumaları’mın (eleştirmen Rauf Mutluay’ın ruhu şadolsun: Bu deyimi ona borçluyuz) en önemlisi olan bu romana bir okur gözüyle bakmaya çalışacağım. Diğer kitaplardan belki ilerde söz ederiz.
Roman 2000’lerin başlarında, kaderleri ünlü Oxford üniversitesinde kesişen üç kadına dayanıyor. İstanbul’da iyi bir aileden okumaya gelen ve inanç konusunda arayış içinde olan Peri. İran kökenli delişmen, özgür ve koyu feminist Şirin. Ve farklı kökenlerine karşın İslam’a tam anlamıyla iman etmiş Mona. Yazarın deyimiyle, Şaşkın, Günahkar ve İnanan. Ya da, Arapça sözcüklerle Mütereddid, Münkir ve Mümin.
Kadınların üçü de müslüman. İnanç arayışı ve bunun özgür, çağdaş ve akılcı bir zihniyetle karmaşık ilişkisi, romanın ana temasını oluşturuyor.
Ancak bu temel tartışma ilginç bir öyküyle destekleniyor. Oxford’da bir hoca, “Tanrı üzerine” temalı bir dersi olan Prof. Azur, üç genç kızın buluşma merkezi oluyor. Azur başlıbaşına bir öğreti, bir ekol. Şöyle deyişleri var:
“Onlar mutlaklık arıyor, bense diyorum ki mütereddit olmak nimettir. Mutlaklık donuk zihniyetlerin eseridir. Arayışlar ve kafa karışıklıkları ise zeka belirtisidir.”
“Kafa karışıklığı nimettir. Meraksa kutsaldır. Merak etmeyen insan gelişemez. Gelişemeyen insan yerinde sayar.”
Bu tartışmalar içinde Peri, hocanın dersleri ve Oxford’un özgürlük havası içinde kendisine bir yol arıyor. Namazında-niyazında, üstelik hurafelere meraklı bir anne ve koyu materyalist, bohem bir baba arasında bölünmüş genç kız, öte yandan da Azur’a garip biçimde bağlanıyor. Bir tür yaşanmayan aşk hikayesi…
Peri kendi deyişiyle “Arafta. Mütereddit. Henüz karar vermemiş, halen sorgulamakta. Ve de “İnanç dediğin bireysel, kişisel, içedönük ve ömürboyu süren bir seyrüsefer değil miydi?” ya da “Bence Tanrı bir lego seti. Herkes kendine göre inşa ediyor sanki” diyebiliyor.
Roman 2016’da İstanbul ve 2000-2002’ lerde Londra- Oxford arasında gidip geliyor. Araya yer yer 1980’lerin İstanbul’u da giriyor: Peri’nin gençliğini anlatmak için... Bu karmaşık yapının iyi kurulduğu ve geriye/ileriye gidişlerin romana rahatça yedirildiği söylenebilir: Şafak’ın başlıca erdemi olarak…
Özellikle final... Silahlı haydutların bastığı ve konukları rehin aldığı bir yalıda, bir gömme dolabın içinde mahsur kalmış Peri’nin Oxford’daki eski hocası, ilham perisi ve de ‘kurbanı’ Azur’la çok geç kalmış bir hesaplaşmayı telefonda yapması…Ve o hengamede İbn Rüşd veya İbn Arabi tartışmaları…Neredeyse bir tuhaf oyun, bir büyük şaka gibi…
Burada Elif Şafak’ın temel bir sorunu beliriyor: Popüler yazar yanı eksik. Popüleri bilinen anlamında kullanmıyorum: Nitekim bu romanı da tam 200 bin basıldı ve geçenlerde yayınevi (Doğan Kitap) bunun tükendiğini açıkladı. Öncelikle pek okur-yazar olmayan ülkemizde bu büyük başarı için Şafak’ı kutlamak gerekir. Ben de kutluyorum.
Ama aslında polisiye türe yakın bu bölümlerde, Şafak başarılı olamıyor. Çağdaş temaları yakalayışı, romanın yapısını kurması, özgün kahramanlar yaratması tamam. Ama o eylem bölümlerinde kalemi biraz güdük kalıyor bence…
Yazarımız kendi başına bir küçük kasaba olduğu anlaşılan Oxford’u avucunun içi gibi biliyor. Bu da yapıta belki İngiliz okurun daha iyi değerlendireceği bir gerçeklik duyusu katıyor. Zaten Şafak’ın artık romanlarını İngilizce yazması ve sonradan dilimize çevirmesi bunu göstermiyor mu? Bu roman da öyle olmuş ve Türkçe’ye Omca A. Korugan’la birlikte çevirmişler.
Ama özellikle bir sözcüğe takıldım. Daha ilk sayfada şöyle deniyor:
“Hiçkimse, en aklıselim görünenler dahi, delilikten muaf değildi”
Sayfa bir gol bir derken, biraz ilerde şöyle yazıyor:
“Dün aklıselim olan yarın deli damgası yiyebilirdi”
Böylesine ünlü bir yazarı dili için eleştirmekten nefret ediyorum. Ama mecburum: Aklıselim, sağlam akıl, daha doğrusu sağduyu demektir. Yani bir isimdir, sıfat değil. Özetle ‘aklıselim bir insan” denemez, “aklıselim sahibi bir insan” denmesi gerekir.
Ayrıca bence yine önemli bir yanlış, daha doğrusu eksiklik var. O da romanın ana ve temelde olumlu baş kişisi Şirin’in yıllar önce o sevdiği adama yaptığı “ihanet”; bir küçük jestiyle (daha doğrusu bir küçük jestte bulunmaktan kaçınarak) onun kariyerine verdiği büyük zarar. (Onun için, yukarda Azur konusunda ‘kurbanı’ dedim) Bunun açıklaması yok gibi…
Ayrıca şu da sorulabilir: Din kurumu, hangisi olursa olsun bir dinin tabiatı, temel yapısı ve genelde inanç denen şey, acaba bu denli şüpheyi, akılcılığı, özgür tartışmayı ve fikir jimnastiğini kaldırır mı? Dogma dediğimiz kavram, hemen her dinde var olan ve akılla, mantıkla kavranması mümkün olmayan şeyleri (örneğin Hazret’i İsa’nın Bakire Meryem’in çocuğu olduğunu) o inancın temel harcı sayan bir uygulama değil midir? Tüm insanlık tarihi boyunca varolmuş ve bugün de varolan…
Ama bunu bir eleştiri olarak yazmıyorum. Tersine, Elif Şafak’ın hele günümüz Türkiye’si, giderek dünyası için artık böylesine güncellik kazanan ve felsefeye uzanan bir alandaki bu çabasını önemsediğimi belirtmek istiyorum.
Kitaptaki şu sözler bile önemli değil mi:
“Öfkeli, dediğim dedik, kibir küpü tiplerle Tanrı konuşulmaz. Tanrı’yı ancak mütereddit, mütekamil, mütefennin, mütevazi ve mürtefi insanlarla konuşabilirsin”.
Bu arada, bunca Arapça sözcüğü dağarcığına katmış bir yazarın aklıselim’ı böylesine yanlış bilmesi daha da göze batmıyor mu?
İşin özüne dönersek…Oxford üniversitesinde gerçekten de “Tanrı üzerine dersler” veren bir kürsü var mı, hiç oldu mu? Bilmiyorum. Ama bu olasılık bile kendi başına ilginç ve önemli değil mi?
İnanca ve temeli olan dogmalara karşı değilim, zaten olunamaz da… Ama inancın bir ölçüde bilime yaslanması, şüphenin süzgecinden geçmesi ve akılla bir ortak nokta araması bana cazip geliyor. Kitabın gördüğü büyük ilgiyse, olasılıkla çok da yalnız olmadığımı gösteriyor.
YARIN: MURİEL HANIM’IN VEDASI