Uzun süredir bu ülkede olup bitenler arasında beni en çok üzen şeylerin başında gelen olay, biri akademisyen iki öğretmenin başlayıp inatla sürdürdükleri açlık grevi.
Ki bugün itibarıyla, akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın grevi 167 güne ulaşmış bulunuyor. Sağlık durumları giderek kötüleşiyor.
Ve şu günlerde en zevkle okuduğum köşe yazarlarının başında gelen Cumhuriyet’in Aydın Engin’inin o çok güzel yazısında belirttiği gibi, “Wernicke- Korsakoff sendromu” denen ve beyin işlevlerinde geriye dönüşü olmayan bir zarar yapan aşamaya girmiş bulunuyorlar.
Bu iki insanın yaşadığı dramın şu günlerde ülkemizde yaşanan en korkunç şeylerden biri olduğunu ve gelecekte, ülkemizin bugün geçirdiği ağır bunalımın simge-olaylarından biri sayılacağını düşünüyorum.
Öğretmenlik zaten bence mesleklerin en kutsallarından biridir. Gerçi her meslek önemlidir, saygındır. Ama yeni kuşakları eğitip yarınlara hazırlamak ve böylece ülkenin geleceğini kurmak bambaşka bir misyondur. Üstelik dünyanın her yanında karşılığını çok az alabilen nankör bir uğraştır bu… Ve aslında bilgili, düzeyli, özverili insanları daha çok manevi yönden doyurur.
Akademisyenler ise yine seçtikleri alanda kendilerini daha ileriye götürmeyi, o bilim ya da kültür dalında zirveye çıkmayı isteyen kişilerdir. Ve bu ancak o alana gerçekten sevdalanmış insanların harcıdır.
Kendi adıma, onları çok iyi anlarım ve takdir ederim. Bendeniz de yaşamını sonuç olarak sinemaya adamış biri değil miyim? Ama onlar gibi ben de başka türlü yapabilir miydim? O tutku bir kez kanımıza girmişse, o alana bir ömrü adamaktan başka ne yapılabilir? Tercih hakkımız olabilir mi?
Ama böyle bir tutkuyu hiç kavramamış, böyle bir ideali hiç olmamış insanlar elbette bunu anlamaz. Ve ölümün eşiğine gelmiş o iki insanı kurtarmak için kılını bile kıpırdatmaz.
Ben şahsen Nuriye ve Semih’i hiç tanımadım. Ama akademisyen dostlarım vardı. Özellikle de sinema alanında… Birkaç tane, ama öylesine sempatik, sıcak, işine düşkün ve sinemaya aşık insanlar ki… Benim hep isteyip başaramadığım bir şeyi yapıyorlar, bilgi ve deneyimlerini gençlere doğrudan sunuyorlardı. Bizzat ve onlarla karşı karşıya gelerek, tüm zamanlarını ayırarak…
Ama onlar da bu ülkeyi gerçekten sevmenin kurbanı oldular. Yolunu şaşırmış bir siyaseti protesto eden cesur bildirileri imzaladılar. Ve de kovuldular.
Onların yaşadığı bunalımı uzaktan da olsa izledim. Dünyaya küstüler, film gösterilerine gelmez oldular. Sanki aramızdan çekip gittiler, kayıplara karıştılar.
O açıdan, Nuriye ve Semih’i öyle iyi anladım ki.. Acılarını ben de hisseder gibi oldum, davalarına karınca kararınca katıldım, toplantılara gittim, iki satır yazı karaladım.
Ama hiçbir şey değişmedi. Önce tutuklandılar. Ve içerde sağlıkları için gerekenler yapılmadı. Sonra onların yaşam hakkını savunmaya çalışanların yürüyüşleri basıldı, yakın akrabaları dahil insanlar itilip kakıldı, coplandı, yerlerde sürüklendi. Ve en yüksek tepelerden gizli terör örgütlerine üye olmakla suçlandılar.
Ama bakınız, şuraya yazıyorum: Bu iki bilim insanından biri bile ölüp gider ya da bitkisel hayata girerse…Bunun vebali hep omuzlarınızda olur, orada kalır. Ve öbür dünyada bile hesabını veremezsiniz.
Onlarsa belki hayatlarını verir, ama ölümsüzlüğe kavuşurlar.
Ve bu ülke durdukça hayırla, sevgiyle anılırlar.