Atilla Dorsay

16 Kasım 2013

Doğaseverler kaçırmasın!...

Bu kendine özgü film, 30 metre boyundaki hayli büyük yatıyla tek kişilik bir deniz yolculuğuna çıkmış bir adamın öyküsünü anlatıyor.

SONA DOĞRU (All is Lost)

Yönetim ve senaryo:  J. C. Chandor

Görüntü:  Frank G. DeMarco, Peter Zuccarini

Müzik: Alex Ebert

Oyuncu: Robert Redford

Yapım: Amerikan filmi

Margin Call- Oyunun Sonu adlı ve Amerikan ekonomisinin gizleri fonlu ilk filmiyle tanıdığımız J. C. Chandor, bu ikinci filminde ilk filmiyle öylesine zıt bir projeye girişmiş ki!...O Wall Street dekorlu ve kalabalık kadrolu filmin yerini, tek bir aktörün oynadığı ve dekorun koca bir denizde (Hint okyanusu) kaybolmuş bir gemi olduğu bir film almış.

Bu kendine özgü film, 30 metre boyundaki hayli büyük yatıyla tek kişilik bir deniz yolculuğuna çıkmış bir adamın öyküsünü anlatıyor. Başıboş bir konteyner’in çarptığı yat ciddi hasar alıyor. Ardından korkunç bir fırtına patlak veriyor. Ve adını ve kimliğini bilemediğimiz orta yaşın üstündeki adam, tek başına hayata tutunmaya çalışıyor.

Geçen yılın Cannes şenliğinde yarışma-dışı ve özel bir gösteride sunulan film, edebiyatın veya sinemanın pek nadir olarak eğildiği bir temayı yineliyor: doğaya karşı tek başına kalmış bir insan...Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe klasiğini kim bilmez? Onun modern çeşitlemelerinden biri olan Ernest Hemingway’in The Old Man and the Sea- İhtiyar Adam ve Deniz romanını da hatırlarız. Ki iki kez uyarlanmıştır: biri Spencer Tracy, öbürü Anthony Quinn’in tek başlarına oynamalarıyla...

Ayrıca yakın zamanın ilginç filmi, Ang Lee imzalı Life of Pi- Pi’nin Yaşamı da elbette hatırlanır. Yine okyanusta tek başına kalmış genç çocuğun, kendisini vahşi bir kaplanla ayni sandalda bulmasının hikayesi!...

 

Yani, gitgide doğadan daha çok koparıp yerine betonuyla, gökdeleniyle, kentsel. dönüşümüyle, trafiği, hava kirlenmesi ve büyük kent koşuşturmasıyla bambaşka şeyler konmuş bir hayata mahkum edilen insanoğlunun, günün birinde doğayı tüm ihtişamı ve tüm korkunçuğuyla karşısında bulursa düşebileceği panik. Ve bunlara karşı yaşam savaşı veren de tek bir insan. Üstelik Robert Redford. Temelde ilginç değil mi?

Film soruna çok üstten, çok felsefi biçimde bakmıyor. Bir Terence Malick veya Ang Lee filminin hafiften zorlanmış ve biraz da Buda öğretisine yöneltilmiş yapay maneviyat arayışı veya Tanrı’ya ulaşma çabası yok. En azından kör kör parmağım gözüne olarak yok...Onun yerine, biraz daha Hemingway’veri bir epik (destan) arayışı ve Doğaya Karşı Birey denkleminin kendine özgü görkemi var. Ki bu da az şey değil. Bu nedenle, filmin finali doğrusu merakla bekleniyor: bir gerilim filmini aratmadan...

Yine de filmin özellikle doğasever’ler için olduğu söylenebilir. Elbette Robert Redford fan’ı olmak da işe yarar. Hernekadar bir dönemin bu unutulmaz oyuncusu, uzun zamandır eski görünümünün hüzünlü ve çökmüş bir kopyası gibi dursa da... Bir de elbette Rahmi Koç’un mutlaka görmesi gerektiği söylenmeli!...