JOHN WICK 2 X X Yönetmen: Chad Stahelski Amerikan filmi |
John Wick dönüyor. 2014’deki ilk filmden üç yıl sonra, aynı yönetmen, ama Keanu Reeves ve İan MacShane dışında yepyeni bir kadroyla. Ve daha iddalı olarak...
Neydi o filmin özelliği? Tek başına New York kökenli Rus mafyasına karşı mücadele verirken, görülmemiş bir kıyım yapan bir yalnız şövalyenin öyküsünü alabildiğine stilize, bizden deyişiyle üslupçu bir dille, gösterişli ve özenli bir görsellikle vermek.
Ama ben ikna olmamıştım. Öylesine ahlakçı da değilimdir. Ancak bunca öldürmeyi bir şov halinde sunan ve intikam bahanesiyle banalleştiren bir öykü beni rahatsız etmişti. Ve şöyle yazmıştım:
“New York gibi modern bir megapolun göbeğinde, polisi ve kolluk kuvvetlerini hemen hiç işin içine karıştırmadan, sadece bir çağdaş silahşörün bilek gücü, cesareti, kurnazlığı ve bol da şansıyla yürüyen bu modern ve görkemli katliam, her şeye karşın bir keyif ögesi olabilir mi? Ve herhangi biçimde hoş görülür ve bağışlanabilir mi?”
Ve şöyle eklemiştim: “Kişisel intikam düşüncesini de, hangi nedenlerle olursa olsun, hele uygar bir çevrede katliama dönüşen bir kıyım operasyonunu da onaylamıyorum.”
Bu kez Roma’ya da uzanıyor
İkinci film, her şeyiyle daha gösterişli, daha görkemli. New York’ta başlayıp Roma’ya uzanan öykü, bize yalnızca Rus mafyasını değil, dünya çapında örgütlenmiş, muazzam bir suç örgütünü tanıtıyor. Kendi liderleri, yerel şefleri, özel parası, hizmet madalyonları ve başka şeyleri olan, Tribeca’da bir lüks otel ve restorana sahip, Roma’nın yeraltını kendi bodrumu gibi kullanırken ünlü müzelerde fink atan bir örgüt.
Filmin başında Wick’in ilk filmde öldürülen sevgili eşi ve de köpeği anılıyor, yeni köpek de takdim ediliyor!.. Sonra bize örgütün karmaşık yapısı üzerine bilgi veriliyor. Ve bir İtalyan gangsterin peşinde olaylar Roma’ya sıçrıyor.
Film bir gangster ya da ajan filmini sınırlarını aşıyor, hiçbir gerçekliği olmayan bir büyük fanteziye, giderek fantastiğe ulaşıyor. Akla gelebilecek her tür mekan kitlesel cinayete uygundur: Kent sokakları, meydanları, metrosu. Kiliseden müzeye, otelden lokantaya, evsizler toplantısından zenginlerin buluşmasına her yer...
Bir yerde, örgütün internet iletişimini kullanma ve mensuplarına suç emirlerini anında duyurma becerisi sayesinde, John Wick’in uzun sokak yürüyüşü adım başı bir katile tosluyor: kemancı kadından çiçekçiye, polisten dilenciye, vs.vs. Tam bir paranoya!
Ve film boyunca, sayamadım ama birkaç yüz adam öldürülüyor. 300 kadar olabilir!.. Bir zamanlar ‘şiddetin sinemacısı’ diye bilinen Sam Peckinpah’ın bir filminde vurulanların sayısını hesaplayıp yazmıştım. Zavallı Peckinpah... Bunu görse acaba ne derdi!..
Ve böylece film, bu görkemli suç ve cinayet abartmasıyla bambaşka bir niteliğe ulaşıyor: Bir tür gerçek-üstücülüğe... Bilenler bilir, sinemada nasıl Gerçekçilik, Yeni-Gerçekçilik gibi akımlar var idiyse, bir dönemde de Gerçek-Üstücülük/ Surrealisme akımı vardı.
Ve resim sanatındaki akıma koşut olarak, 20 sonları/ 30 başlarında bir avuç başyapıt vermişti: Bunuel gibi yönetmenlerin ve başta Salvador Dali bir avuç ressamın işbirliğiyle...
Bu film için de yıllar sonra gelen gerçek-üstücü bir aksiyon denebilir. Buna biraz Dan Brown romanları havası, bolca bilgisiyar oyunu atmosferi ve yapay bir dinsel soslu gizem katın.
Ve hepsini iyice salladıktan sonra, işini bilen ve büyük teknik beceri sahibi bir yönetmene emanet edin... İşte size John Wick’lerin formülü.
Ben pek yutamadım. Ama sevenler olabilir: IMDB'de yüksek notun gösterdiği gibi. Alıp kullansınlar lütfen...
Yarın: LEGO BATMAN FİLMİ