Atilla Dorsay

05 Nisan 2014

Dinler tarihine Hollywood bakışı

İşte karşımızda her açıdan iddialı, gösterişli, şaşırtıcı bir film. Sinema sanatının değil ama tekniğinin ulaştığı yeri bir kez daha kanıtlayan o göz kamaştırıcı filmlerden...

NUH: BÜYÜK TUFAN

Yönetmen: Darren Aronofsky

Senaryo. D. Aronofsky, Ari Handel

Görüntü: Matthew Libatique

Müzik: Clint Mansell

Oyuncular: Russell Crowe, Jennifer Connelly, Ray Winstone, Anthony Hopkins, Emma Watson, Logan Lerman, Douglas Booth, Nick Nolte, Mark Margolis, Kevin Durand/ Paramount (UİP) yapımı.

İşte karşımızda her açıdan  iddialı, gösterişli, şaşırtıcı bir film. Sinema sanatının değil  ama tekniğinin ulaştığı yeri bir kez daha kanıtlayan o göz kamaştırıcı filmlerden...

Üstelik ardında üç büyük dinin kutsal kitaplarından ve yüzyıllardır süren yorum ve tartışmalarından gelen bir malzeme var. Demek ki üzerinde konuşmak ve en azından öz açısından filmi yargılamak, beni/ bizi rahatlıkla aşar, bir din bilgini olmayı gerektirir.

Ama işin bu yanını gerçekten ehline bırakarak, biz film üzerine görüşlerimizi alçakgönüllü biçimde söyleyelim.

Tevrat’tan beri, hatta daha öncesinde Sümer kültürü ve Gılgamış destanında da varolan efsanevi bir kişilik, Nuh Peygamber. En eski Yahudi gelenekleri onu kimi zaman kendi bağlarında imal ettiği şarapla sarhoş olan basit bir çiftçi, kimi zaman -eski Mezopotamya destanı Tufan’dakine benzer biçimde- sakin, dürüst bir inanç adamı olarak tasvir etmişler. Sarhoşluğu yüzünden oğlu Hem’in ondan nefret ettiği de söylenmiş (Oysa filmde bu nefret çok daha başka bir nedenle, babanın oğlunun kadınını ölüme terk etmesiyle açıklanıyor).

Kökenleri tarihin ve dinlerin derinliklerinde yitip gitmiş bu kişilikler, tipik Hollywood bakışını taşıyan bir üstün-yapımda karşımıza gelirse ne olur? Kimileri bunu en azından tüm dinlerin ortak inançlarıyla çeliştiği için mahkum edebilir. Nitekim film birçok Müslüman ülkede yasaklandı. Batı’da ise din otoriteleri ciddi eleştiriler getirdi.

 Aslında kutsal kitaplar, özellikle de İncil sinemanın hep ilgisini çekmiştir. Daha 20’li-30’lu yıllarda ünlü yönetmen Cecil B. de Mille, kendisi için İncil’in “bitmeyen bir kaynak” olduğunu söylemişti. Sonraları büyük ustalar da din tarihine yöneldiler. Sadece İsa’nın yaşamı John Huston’un The Bible- Peygamberler Tarihi, Nicholas Ray’in King of Kings- Kırallar Kıralı veya Pasolini’nin Aziz Matyö’ye Göre İncil gibi önemli filmlere konu oldu.

Bu yeni çağ yaklaşımı, yaratıcı yönetmen Darren Aronofsky’nin imzasını taşıyor. Dolayısıyla yadsınamaz bir sinema duygusu ve de görkemli sahnelerin getirdiği bir görsellik içeriyor. Ama yine de öylesine irkiltici yanları var ki...

Öncelikle bu yeni Nuh öyküsü, hayvanları pek göstermiyor. Bir tek yılanların bir ordu halinde gelip gemiye girişleri var. Bir de finalde, tufandan sonra karaya ayak basıp sevişen hayvan çiftlerinden seçilmiş üç-beşi gösteriliyor. Nümune niyetine!..

Buna karşılık, o gösterişli tufan sahnelerinin gerisine bir büyük aile dramı yerleştirilmiş. Kahramanları Nuh, eşi Naameh, oğulları Hem, Sem ve Yafet olan ki biz onları çocukken Ham, Sam ve Yafes olarak öğrenmiştik!..

Hazret’i Nuh, tüm destanlarda ortak olduğu biçimde Tanrı’dan bir buyruk almıştır: bir büyük tufan olarak yaklaşan kıyamet günü için tüm hayvanlardan birer çifti alıp hayvan türlerini koruyacak, ama gemiye kendisi ve yakınlarından başka insan alınmayacaktır. Çünkü insanoğlu gitgide zorbalaşıp rezilleşerek Tanrı’nın tüm güvenini yok etmiş, hoşgörüsünü tüketmiş, sevgisini yitirmiştir. Ve bu tufanla yok edilmesi gereklidir.

Ama ya kısır olduğu bilinen İla, gönlünü çeldiği Sem’den beklenmedik biçimde gebe kalırsa? Üstelik Nuh’un doğacak çocuk eğer kız olursa, ilerde ‘çocuk yapma’ olasılığı nedeniyle onu hemen öldürme kararı vardır. Ve iyi yürekli Nuh, Tanrı’sına verdiği söz nedeniyle bunu yapmaya kararlıdır.

Böylece film, Nuh Tufanı denince çocukluktan beri aklımızda yer etmiş olayın (yani tufan öncesinde tüm hayvanların gemiye doluşması, tufandan sonraysa doğanın ve hayatın yeniden başlaması) yerine, bize görkemli bir tür aile melodramı sunuyor. Özellikle ikinci yarıda... Ve de film, kuşkusuz teknik açıdan değil ama dinsel konulara ciddiyetle ve inançla yaklaşma açısından Cecil B. De Mille filmlerini aratır hale geliyor. Bu, inanç ve misyon soslu koyu bir melodramdır: günümüzdeki TV dizilerini hatırlatan...

Ve böylece bu gösterişli, ama kof filmden geriye pek birşey kalmıyor. Ne dinsel tarihi öğrenmiş oluyorsunuz, ne de efsanelerin çağdaş bir yorumuna ulaşabiliyorsunuz. Onca ünlü oyuncu, en temel özete indirgenmiş kısa cümleleri tumturaklı biçimde okumaktan bir hal oluyor: en başta artık bizden saydığımız Russell Abi olmak üzere!... Bu filmin onun için de, bizim için de yeni bir Gladyatör olmadığı da kesin.... 

 

Bir gösteri ögesi olarak şiddet

BASKIN  2  

(The Raid- 2: Berandal)

Yönetim ve senaryo: Gareth Evans

Görüntü: Matt Flanery, Dimas İmam Subhono

Müzik: Aria Prayogi, Joseph Trapenese, Fajar Yuskemal

Oyuncular: İko Uwais, Julie Estelle, Yayan Ruhian, Donny Alamsyah, Arifin Putra, Oka Antara, Cecep Arif Rahman/ Endonezya filmi

2011’deki ilk Baskın filmi hepimizi şaşırtmıştı. Endonezya’nın başkenti Jakarta’nın göbeğinde, yıkılmaya terk edilmiş dev bir binaya mevzilenmiş bir şehir eşkıyası çetesine yapılan polis baskını. Ve klasik trajedilere yaklaşan bir zaman/ mekan/ tema bütünlüğü içinde şaşırtıcı bir şiddet ve nefes kesen bir döğüş sanatları gösterisi. Daha ne istenir?

İngiliz (Galli) yönetmen Gareth Evans daha üniversitedeyken geliştirdiği Uzak-Doğu sanat ve döğüş tekniklerine ilgisini ilk filmlerinde göstermiş, tümüyle Endonezya’da çektiği ilk Baskın’la da dünya çapında ilgi görmüştü. Batı sinemasının yolunu açtığı şiddet ve ona dayalı aksiyon, zaten artık en çok geri kalmış ülkelerin, Uzak-Doğu’dan Latin Amerika’ya ve Afrika’ya farklı coğrafyaların sinemasında görülmüyor muydu?

Bu devam filmi, ilkinin ana kahramanı olan polis Rama’yı kenti ve ülkeyi sarmış olan yozlaşmanın gerisindeki daha güçlü ve acımasız örgütlerle karşıkarşıya getiriyor. İlk maceradan yeni çıkmış Rama biraz ailesiyle dinlenmeyi hayal ederken, aceleyle yeni hedeflere yollanıyor. Ve asıl büyük örgütün, işin içinde polisin ve de kirli politikacıların da bulunduğu görkemli bir suç ve rüşvet mekanizmasının çarklarına karşı savaşıyor.

Gareth Evans’ın yine belli bir sinema duygusu, aksiyon ve döğüş sahnelerini ustalıkla, bir koreograf gibi çekme becerisi var. Şiddetse almış başını gidiyor. Öyle ki, Batı sinemasında şiddete dayalı western veya gangster filmlerini ve bu türlerin Peckinpah, De Palma, Leone veya Kubrick gibi ustalarını geride bırakan bir yoğunluğa ulaşıyor.

Ama bu şiddet sonunda geri tepiyor. Andığım yönetmenlerin filmleri,  belli bir kültürün içine yerleştirilmişti. Diyelim ki Vahşi Batı, içki yasağı dönemi, efsanevi gangsterler çağı veya fütürist bilim kurgular, ait olmasak da iyi bildiğimiz ve iyi yanlarıyla da tanıdığımız kültürlerin bir tür ters yansımasını getiriyordu.

Oysa hiçbir biçimde tanıyıp aşina olmadığımız bir kültürden gelen bu yoğun şiddeti içselleştiremiyor ve benimseyemiyoruz. Bu farklı, tuhaf yüzlü, kestirilmez davranışlı insanların tümüyle yoksulluk ve cehalete teslim olmuş karanlık şehirlerdeki  maceraları, sonuç olarak en hafifinden şiddetin ticari bir öge olarak sömürüsü gibi gözüküyor. Üstelik yine kurnaz batılıların eliyle ve becerisiyle kotarılıp tüm dünyaya ‘Endonezya gerçeği’ diye sunulan bu vb. filmleri onaylayamıyoruz, onlardan keyif alamıyoruz.

 Keşke gerçek Endonezyalı yönetmenler çıksa da, bize ülkelerinin gerçeğini daha sade, yalın, dürüst ve içten filmlerle anlatabilseler...