Atilla Dorsay

04 Aralık 2020

Dijitürk'ten bir dizi, Netflix'ten bir film

Bu ilginç dizi geçen pazartesi sona erdi. Ama eminim, Dijitürk bunu tekrar gösterecektir. İzlemeye çalışın, ama finalini öğrenmeden, söyleyenlere veya ima edenlere kulaklarınızı kapatarak!..

Sevgili okurlarım; sinemalar -en azından bir süre daha- kapalı olduğuna göre, bundan böyle filmleri başka yollarla izleyeceğimiz anlaşılıyor. Ben kimi teknolojik yöntemlere başvurup küçücük ekranlarda film izlemeye karşıyım. Ama en azından bir süre, kendi büyük ev ekranımda Dijitürk veya Netflix filmlerini izleyip yazmak istiyorum. Gelecek yazım da bir Netflix dizisi ve bir Dijitürk filmi üzerine olacak.

Dijitürk'ten benzersiz bir dizi

THE UNDOİNG 
X X X X

Yönetmen: Susanne Bier
Senaryo: David E. Kelley, Jean Hanff Korelitz 
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Müzik: Evgueni Galperine, Sacha Galperine
Oyuncular: Nicole Kidman, Hugh Grant , Edgar Ramirez, Noah Jupe, Lily Rabe, Edan Alexander, Matilda de Angelis

HBO yapımı.

Gelelim dizimize... İngilizce'de "to undo" çözmek, açmak anlamına geliyor. Ama aynı zamanda "felakete götürmek" demek. Bu altı bölümlük görkemli gerilim dizisi iki anlamı da hak ediyor!..

Film iyi bir terapist olan Grace ve eşi, doktor Jonathan'ın öyküsü. İşlerinde başarılı, küçük bir oğlan sahibi çiftin kusursuza yakın bir yaşamları var. Bir tek şeyin dışında: Jonathan'ın etek merakı!.. Bu arada küçük oğlunu tedavi ederken tanıştığı ve ilişki kurduğu bir kadın en vahşi biçimde öldürülüyor. Ve tüm şüpheler Jonathan üzerinde toplanıyor.

Birçok erdemi olan bir dizi

Dizi Danimarka kökenli kadın yönetmen Susanne Bier'in elinden çıkma. Bier 2005'lerden itibaren Düğünden Sonra - After The Wedding, Yitirdiğimiz Şeyler - Things we Lost in Fire, Sadece Aşk - Love is All You Need, Serena gibi filmlerle ilgi görmüş, Oscar dahil birçok ödülü toplamıştı.

Dizi sağlam bir konuya, sonuna dek süren bir gerilime ve iyi bir işçiliğe sahip. Susanne Bier hikâyenin tüm açılımlarını iyi kullanan sağlam ve estetik bir sinema dünyası yaratmış. Bir film yerine dizi seçilmesi de iyi olmuş; bu sayede durumların tüm ayrıntısı, karakterlerin tüm özellikleri verilebilmiş.

Ama asıl etki altıncı ve son bölümle sağlanıyor. Diğerlerinden uzun, tam 70 dakikalık bu bölüm kendi başına bir kara-film zirvesi. Uzun zaman akıllarda kalacak...

Oyuncular diziye çok şey katmışlar. Nicole Kidman hâlâ çok güzel, çok zarif olduğu kadar, artık çok iyi bir oyuncu. Ayrıca film boyunca kullanılan Amerikan hafif müzik klasiği Dreaam A Little Dream Of Me'yi o söylüyor. Sesi de hiç fena değilmiş!..

Hugh Grant'dan gelen büyük sürpriz

Ama asıl sürpriz Hugh Grant'dan geliyor. Yıllar boyu daha çok hafif ve zarif komedilerin yakışıklı ve uçarı kahramanı olarak tanınan İngiliz oyuncu, burada ve tam 60 yaşında, karşımıza dört başı mamur bir kompozisyonla geliyor. Ve o sürprizli finale büyük ağırlık kazandırıyor. Zaman ve yaş ona ne kadar çok şey katmış!..

Yan oyuncular da süper. Ben en çok çocuk oyuncu Noah Fraser'e bayıldım. 15 yaşındaki bu genç delikanlı, anahtar bir kişilik olan çiftin oğulları Henry'ye büyük bir inandırıcılık katıyor. Kimi sahnelerde gözlerimizden yaş getirircesine... Ve bize parlak bir geleceği haberliyor.

Bu ilginç dizi geçen pazartesi sona erdi. Ama eminim, Dijitürk bunu tekrar gösterecektir. İzlemeye çalışın, ama finalini öğrenmeden, söyleyenlere veya ima edenlere kulaklarınızı kapatarak!..

 

Bir ailenin kuşaklara yayılan kaderi

HİLLBİLLY ELEGY
X X ½

Yönetmen: Ron Howard
Senaryo: Vanessa Taylor
Görüntü: Maryse Alberti
Müzik: Hans Zimmer, David Fleming
Oyuncular: Glenn Close, Amy Adams, Gabriel Bass, Freida Pinto, Haley Bennett, Owen Asztalos, Bo Hopkins, Jesse C.Boyd

Netflix

 

ABD'de sınırlı bir gösterim yaptıktan hemen sonra Netflix aracılığıyla dünyaya dağıtılan bu film, doğrusu öncelikle kadrosuyla ilgi çekiyor. Glenn Close'u perdede görmeyeli kaç yıl oldu? Amy Adams o kadar olmasa da yine hayli zamandır ortalarda değil. Ve daha başka şeyler... Örneğin Ron Howard gibi mütevazi görünümünün ardında çok iyi işler yapmış olan bir yönetmenin dönüşü ya da gizemli bir ad gibi...

Ama filmin bu beklentiyi tümüyle karşıladığı söylenemez. Hatta birçok açıdan tam anlamıyla düş kırıklığı yaratıyor. Yine de bir göz atmaya değer bulunabilir.

Film gerçek bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Ana kahramanı J. D. Vance'ın biyografik romanında anlattığı Vance ailesi. Hikâye bir "refah çağı" olarak adlandırılan 1997 yılında açılıyor. Aile Kentucky eyaletinin Jackson kasabası yakınındaki Middleton'da yaşamaktadır. Küçük J. D. annesi Bev (aslı Beverly), kızkardeşi Lindsay, ninesi Mamaw ve dedesi Papaw'dan oluşan çekirdek ailesiyle yaşar. Babası 16 yaşındaki Bev'i iğfal edip gebe bıraktıktan sonra çekip gitmiştir. Birçok saygın Amerika erkeğinin yaptığı gibi: Ne de olsa göçmen bir toplumdur bu...

J. D. sorunlu bir çocuktur; babasız büyüyen çoğu gibi... Buna ayrıca annenin de son derece sorunlu bir hanım olduğu bilgisini ekleyeyim. Bev hiçbir zaman mutlu olmamıştır; iki çocuğuna da hep kötü davranmayı sürdürür. Ne onlar, ne de hâlâ ayakta olan ana-babasına rağmen... Gerçi Papaw çabuk gidecektir ama Mamaw yıllarca dimdik ayakta kalmayı sürdürür.

Bev'in asıl sorunuysa uyuşturucudur; yine tipik bir Amerikan hastalığı... Üstelik bu konuda inatçıdır ve kolay kolay vazgeçmeyecektir. Özellikle oğlunun tüm hayatına yayılan kurtarma çabalarına rağmen... Bir yerde dendiği gibi: "Başkalarını kurtarmak kolay değildir. Onlar kendilerini kurtarmak istemediği sürece."

14 yıl sonrasına sıçrama...

Bu arada hikâye birden 14 yıl sonrasına, 2011'lere gider. J. D. büyümüştür ve hâlâ belli bir çekingenliği korusa da, artık artık iyi bir eğitim almış ve efsanevi Yale Üniversitesi'ne kapağı atmış bir genç adamdır; yüzbinlerce Amerikan gencinin gördüğü bir rüyayı gerçekleştirerek... O andan itibaren hikâye sürekli iki tarih arasında gidip gelmeye başlar; bizi hayli yormak pahasına... Gerçi bu gidiş-gelişi J.D'nin birinde çocuk, öbüründeyse bir genç adam olması sayesinde rahatça izleriz. Yine de bu sıçramalı anlatımın biraz aşırı olduğunu söyleyebiliriz.

Finale doğru J. D. üniversite eğitimini sürdürebilmek için aradığı bir iş nedeniyle önemli bir randevuya gidecektir. Ama anne yine yapacağını yapar ve kendini tüm sorunlarıyla, aşılmaz bir engel gibi onun önüne atar. Bakalım J. D. bu zor durumdan nasıl çıkacaktır!

Film bir yandan aile denen şeyin o bitmeyen hikâyesini anlatıyor. Bize hem her şeyi veren, bazen de çok şey talep eden vazgeçilmez bir kurum. Buradaki aile tipik Amerikan erdem ve de günahlarıyla yüklenmiş; ama elbette evrensel bir yanı da var. Film ele aldığı ailenin daha uzak geçmişine de şöyle bir eğiliyor: Nine-dede kuşağına ve sadece birkaç görüntüyle... Böylece pek bir şey değişmediğini görüyoruz.

Tartışmalı oyunculuklar

Anlatım hayli ustaca. Hareketli bir kamera; özenli bir kurgu, iyi bir müzik (İki besteciden biri bir efsane: Hans Zimmer). Ama oyunculuk için aynı şeyleri söylemek zor.

Baş kişilik olan J. D.'nin çocukluğunu oynayan Owen Asztalos doğrusu çok salak gözüküyor: Hep şaşkın ve ağlamaklı bir hâli var. Büyüklüğünü oynayan Gabriel Bass ise fena değil; ama işte o kadar!.. Glenn Close'un Mamaw'ı ise koca gözlükleri, kıvırcık saçları, ağzından hiç düşmeyen sigarasıyla dev bir karikatür gibi!..

Bu arada onun arka planda da olsa irili-ufaklı işlerde hep çalıştığını ve yakında Billy Wilder'in başyapıtı Sunset Boulevard'ın yeniden çevriminde Norma Desmond rolüne hazırlandığını da ekleyeyim. Amy Adams ise çok sevdiğim bir oyuncudur ama burada bana bana abartılı gözüktü. Diğer rollerse idare eder.

İşte böyle. Demek ki orta karar bir film. Seçim sizin...