Gündelik kaygılarla birlikte yeni bir kitap çalışmasının getirdiği tüm yorgunlukları atmak için çıktığımız yıllık ve klasik tatil (Bodrum, Kadıkalesi’ndeki Armonia tatil köyünde iki haftalık devre-mülk tatili) bu yıl hayli olaylı geçti.
Ve sondan bir gün önce yaşanan deprem her şeyin üstüne tuz-biber ekti. 6.8 büyülüğündeki bir deprem elbette çok tehlikeliydi. O gece saat bir buçukta, bir şok geçirerek uyandık. Hemen sonrasında, uzaklardaki ışıklar ve gürültülerden birçok kişinin evlerinden çıkıp arabalarıyla uzaklaştıklarını fark ettik.
Nitekim ertesi sabah, ya plajda bütün geceyi geçirdiği anlaşılan ve çoğu hâlâ uyuyan kişiler, ya da telaş içinde köyü terk etmeye hazırlananlar, bunu doğruladı.
Ama biz, doğrusu deprem denen olayı birkaç kez yaşamış, ayrıca belki biraz da ‘kaderci’ kişiler olarak, olayın ardından yatıp uyumuştuk. Geçen yıl da tam ayrılıştan bir gün önce yaşanan 15 Temmuz ‘kalkışması’nın telaşı ve korkusu içinde İstanbul’a doğru yola çıkmamış mıydık? Allah ne zaman bize kaygısız ve sakin bir tatil sonu bahşedecekti acaba?
Neyse… Hafta sonu biten devremizden sonra, bu yıl tatili biraz uzatıp hiç görme fırsatını bulamadığımız Datça’ya gitme projemizi yeniden gözden geçirdik. Ve kaçmayı seçen birçok dostumuza karşın, bunu gerçekleştirmeye karar verdik.
Sonunda Datça’yı keşfetmek…
Datça yıllar boyu çeşitli vesilelerle davet aldığımız, ama hiç gidemediğimiz bir yerdi. Önceden yer ayırttığımız arabalı vapurla Bodrum’dan kalkıp bir saat 45 dakikada vardık. Ama varınca, öne giderek değil, geriye giderek çıkılan bu vapurların hiç de çağdaş ve pratik bir şey olmadığını da söylemeliyim.
Genel izlenimlerim şöyle: Datça Muğla’nın 20 küsur ilçesinden biri. Hayli şehirleşmiş. Orasını da tam bir tatil kasabası yapmayı başaramamışız.
Ama bir yandan tüm çevre öylesine yeşil, öylesine yoğun ormanlık, öylesine ferahlık verici ki… İnsanın yeniden doğaya ve yeşile imanı tazeleniyor, ülkemizin güzelliğine hayranlığı pekişiyor.
Böylece yeni Datça’da bir apart-otel bulup yerleştik. Aydeniz Apart’ın sahipleri beni kimliğimden tanıdı. Ve yaşlı babaları gelip eski bir öğretmen olduğunu, beni vaktiyle yıllarca Cumhuriyet’teki yazılarımdan izlediğini söyledi. Öylesine mutlu gözüküyordu ki… Ama o bilmese de, aslında en mutlu olan bendim!...
Bu arada Cumhuriyet davasında aklanan tüm o değerli insanlara geçmiş olsun diyor, içerde olanlara sabır diliyorum. Çektiklerinin karşılığını artık ebediyen basın ve demokrasi tarihimize geçerek alacaklar, hatta aldılar bile…
Eski Datça’da, Can Yücel’in anısı peşinde
Cesaret edip kapıyı çalamadık. Ve müze-evi gezemedik. İnşallah gelecek sefere…Ama onun orada olduğunu bilmek ne güzel…Tüm Eski Datça gibi….
Ve apart-otelimizin hemen yanında uzanan Datça sahilinde yüzdük, sayısız lokantanın kimilerinde yemek yedik. Özellikle “Hüsnü’nün Yeri”nin son derece değişik mezelerini ve sahilin başlangıcındaki İmren Restoran’ın çok çeşit içeren lezzetli yemeklerini tavsiye ederim.
Başlı başına bir heyecan: Knidos’u keşfetmek
Ve sonunda orayı da görebildiğimiz tarihsel SİT yerleri arasına katabildik. Knidos bir koya kurulmuş harika bir kentti. İyi korunmuş çok güzel bir tiyatrosu vardı: hala restorasyon gören…Yanı başında uzanan bir mabedin kimi sütunları dikilmişti. Ve yine onarım gören upuzun bir ‘stoa’ vardı.
Hep yaptığımız gibi burası için kitap bulmaya girişteki satış birimine gittik. Ne yazık ki Knidos üzerine sadece tek dilde kitap vardı: Almanca…Bildiğimiz bir dil değildi, alamadık. Oysa buranın keşfini bile İngilizler yapmıştı, hâlâ da katkıları vardı.
Neyse, fazla yakınmayalım. Bakarsınız birinin kulağına gider, “Kaldırın o Almanların kitabını” diye kükreyiverir!...
Türk turizminin önemli kozu: Halkımız…
Dönüşü ise vapur biletimizi yakıp arabayla yaptık. Bu bize o güzel Muğla doğasını yeniden görme fırsatını getirdi. Ülkede hâlâ çok orman vardı, korunması gereken çok güzellik vardı. Tüm o giderek çılgınlaşan vandallığa, tüm o rant ve yatırım hırsına, o her şeyi betonlaştırma çabasına rağmen...
Ve dönerken ya inip biraz vakit geçirdiğimiz, ya da uzaktan gördüğümüz tüm o Ege koyları… Palamutbükü (ki orada denize de girdik), Ovabükü, Hayıtbükü koyları…O güzel Kızlan değirmenleri…
Ve her yerde o misafirperver, mütevazi, güleryüzlü insanlar…Ki Türk turizminin en gizli, ama en güçlü kozlarından biri de bu değil midir? Belki kıymetini hiç anlamadığımız…
O şahane dönüşten sonra artık hiçbir şey kolay kolay belimizi bükemezdi. Nitekim İstanbul’daki o korkunç fırtınaya da katlandık. Camlarımızı çatlatan dev dolu tanelerine, arabalarımızda oluşan vuruklara rağmen….
Aslında bunun da bir büyük yararı olabilir. Yeter ki kamuoyunda oluşan ve ciddi köşelerden ve bilimsel beyanatlardan magazin sayfalarına dek yayılan onca kaygıya bir nebze kulak verelim.
Ve bu güzel kenti, bu güzel vatanı bilinçsiz bir yapılaşmaya ve denetimsiz bir rant düşüncesine kurban etmeyelim.
Ve ölümün alıp götürdükleri
Bir de o kısacık 20 günde ölüp gidenler. Art arda öyle büyük kayıplar verdik ki…Özellikle sinemadan: Hakan Balamir, Fikret Hakan, ardından Sezer Sezin…Üzerlerine iki satır bile yazamadım.
Ama yazacağım. Sonbaharda çıkacak kitabım O Güzel Atlara Binip Gidenler arasında bu üç büyük ve dost sanatçı da yer alacak. Çabama büyük onur katarak…
Ayrıca elbette benim için çok önemli dostum Okay Gönensin de var. O benim kariyerimde ve Cumhuriyet’deki maceramda öylesine bir kilit taşı oldu ki…Onu artık yakında yazmaya başlayacağım anılarımda gereği gibi anmayı umuyorum.
Ve de elbette müzik babında o emsalsiz ve özgün sanatçı Harun Kolçak. Ona da diğerleriyle birlikte Tanrı’dan rahmet dilerken, acısını tasavvur bile edemediğim, değerli dostum, babası Eşref Kolçak’a da sabırlar diliyorum.