Atilla Dorsay

09 Ağustos 2016

Demokrasinin öneminde birleştik, bir de tarihi ve doğayı korumada birleşsek...

Tarihe yaklaşırken İlber Ortaylı gibi bir değerden yararlanamaz mıyız?

    Hemen belirteyim, yanlış anlaşılmamak için… 7 Ağustos Yenikapı mitingi gerçekten de yakın tarihimiz içinde ışıl ışıl parlayacak bir önemli buluşmadır.

    Ve son dönemin karanlığı ve son darbe olayının trajedisi içinde, bugünü ve geleceği biraz aydınlatan, yeniden bir yerde birleşme ve diyalog kurma umutlarını yeşerten bir görkemli olaydır.

   Bunu çok geniş bir koroya katılmak için değil, büyük bir içtenlikle düşünüp yazdığımı da ekleyeyim.

   Ama ben ayni gün Hürriyet’te çıkan bir yazıya, İlber Ortaylı’nın “İstanbul’un silueti değişirken: ‘Yüksek’ mimarlar Mimar Sinan’dan daha mı yüksek?” yazısına değineceğim. Öyle bir yazı ki, yalnızca tüm mimarların okuyup başuçlarına asmaları yetmez. Biraz okuyup yazmış, tarihe, doğaya ve İstanbul’a birazcık ilgisi olan herkesin de bilmesi gerekir. Özellikle de yöneticilerimizin…

   Öncelikle tarihçilerimize iltifat edeyim. Yaptıkları, hele bizim gibi ‘balık hafızalı’ olduğu bilinen, çabuk unutma özürlü bir toplumda çok önemlidir. Yeni kaybettiğimiz, ardında dolu dolu yaşanmış tam yüz yıl ve yetmiş kitap bırakan Halil İnalcık’ı saygıyla uğurladık. Ona ve diğerlerine de minnet borcumuzu eda edelim.

    Elbette tarihçiliğini popülerliğiyle pekiştiren eşsiz Ortaylı. Ayrıca polemikçi Murat Bardakçı, arkeolojiye ömür adamış gazeteci Özgen Acar, ayni konuda sürekli yayınlarıyla Nezih Başgelen, hep tarihin peşinde koşmuş gazeteci Gürsel Göncü. Ve daha birçok isim. Hepsine teşekkür borçluyuz.

  Ki bunlara, yine son dönemde yazdıkları tarih üzerine romanlarıyla büyük kitleleri bu konularda düşünmeye çağıran popüler yazarlarımız da eklenmeli: Zülfü Livaneli, Ahmet Ümit, Elif Şafak, vs.

  İlber Hoca son yazısında, kendine öz keskin ve sanki Osmanlı usulü hicivden nasibini almış uslubuyla, son dönemde yapılan yanlışları, hatta şehircilik cinayetlerini öylesine özetliyor ki…Polonya örneğinden yola çıkarak (yerlebir edilmiş Varşova gibi bir kenti ‘taşbetaş’ yeniden inşa etmek), daha 1950’lerdeki imarla başlayan, Özal döneminde ve aslında her dönemde süren gereksiz yıkımları, yanlış restorasyonları, ranta kurban edilen tüm bir eski kenti anıyor.

   Ve en son Kabataş projesini ve onun tüm o sahile ve Dolmabahçe - Tophane arasına vereceği zararı özetliyor.

   Bunu ben de burada yazmıştım, hatırlarsınız. Hemen ardından Türkiye Mimarlar Odası da, haberini ancak yine Hürriyet’de gördüğüm bir bildiriyle Kabataş projesini, yeraltına inme çabalarını, özellikle de Boğaz’ı denizin altından geçecek yaya yolunu (!) eleştirmişti. Aynen benim gibi… Ve bundan büyük onur duymuştum. 

   Ama İlber Hoca yazınca elbette bambaşka oluyor!.. O özellikle kent üzerine hertürlü kararı fütursuzca alan belediye meclislerini hedef alıyor. Ve şöyle yazıyor: “Bizim Şehir Meclisi denen kurumlarımız, yapısal oluşum itibarıyla Osmanlı şehremaneti ve taşra belediye meclislerinden daha iptidai ve antidemokratik bünyelidir.  Avrupa’nın ise Ortaçağ ve hatta İtalya’daki faşizm dönemi belediyelerinden bile daha geridedir. Bu meclis üyelerinin şehirlerin seçkin hemşerilerini oluşturan zümrelerin ve kitlelerin temsil kabiliyetini engellediği de malumdur”.

   Hoca oklarını özellikle bir mimara çevirmiş. Hakan Kıran. Onun fonksiyonunu “adeta İstanbul kıyılarında Mimar Sinan’ı gölgelemeye çalışmak” diye tanımlıyor.

   Ve modern Haliç köprüsünden şimdiki Kabataş Martı Proje’sine tüm yapıp yapacaklarını ağır biçimde eleştiriyor. Belediyeyi birçok beyanata rağmen en önemli projeleri ne halka, ne de uzmanlara hiç danışmamakla suçluyor. Ve diyor ki: “Bazı grupların ve zümrelerin cüretkarlığına hayır denmezse, torunlarımızı çok ağır borçların altına sokacağız”. 

   Böyle bir yazının, hem de medyanın ‘amiral gazetesi’nde çıkması çok önemli. Kamuoyuna ve ilgililere gereken uyarıları getireceğini umuyorum.

   Giderek şu önemli soruyu - belki kaçıncı kez- sorma zamanı da gelmiştir. Ülkemizde gerçek bir demokrasiyi hayata geçirmek, düşmanlıkları unutup belli idealler ve ilkeler etrafında birleşmek ve giderek bölünen bir toplum görünümünden daha bileşik, daha uyumlu, daha barışçıl bir toplum yaratmak vb. umutlarla yola çıktığımız şugünlerde…

   Acaba bu güzel, bu eşsiz ülkenin doğasını, yeşilini, tarihini ve belleğini korumak için de belli bir uyum sağlanabilir mi? Diyelim ki tarihi kentlerin imar sorunları, restorasyonların bilimselliği, korumacılığın kamusallığı, yeşil yörelerde maden veya santral yapımı, yaylaların dev otoyollarla tahrip edilmesi.

    Ve de kentte ya da köyde, rant çabasının baş ilke ya da tek ilke olmaktan çıkarılması. Acaba giderek bunları da bir uyum çerçevesine alamaz mıyız, bu konularda da halkla, vatandaşla diyalogu veya uzmanlara danışmayı ilke edinemez miyiz?

   Bir başka deyişle, tarihe yaklaşırken İlber Ortaylı gibi bir değerden yararlanamaz mıyız? Daha somutlaştırırsam, onun da üyesi olduğu, onun deyimiyle “şehirlerin seçkin temsilcileri” tarzı bir birim oluşturulamaz mı? Böyle bir girişimden tarihimiz ve geçmişimiz ne denli kazançlı çıkardı!..

  Çünkü korkuyorum: İlerde bir gün demokratik bir toplum kurmayı, kuvvetler ayrımını gerçekleştirmeyi, hukuku yeniden egemen kılmayı ve çağdaş bir ülke olma yolunda hız almayı başaracağız… Ama bir bakacağız, ülkede ne tarih kalmış, ne eski eser… Ne yeşil alan, ne park-bahçe… Ne vadi, ne yayla… Ve her yer betona gömülmüş… Allah korusun!..

   Bir de yine o yazıdan yola çıkarak, belediye başkanlarının sorumlulukları ve özellikle Kadir Topbaş’ın son eylemleri üzerinde durmak istyorum. Ama gelecek yazımda….