KOR X X |
Demirkubuz dönüyor. Tartışmalı Bulantı’dan sonra yeni ve 11. filmiyle. (Ayrıca 2 TV mini-serisi de var)
Onu en başından beri izlemiş, daha bir Ankara festivalinde keşfettiğimiz C Blok’tan başlayarak tüm filmleri üzerine yazmış bir yazarım. 2014’deki 100 Yılın 100 Türk Filmi kitabıma ondan dört film almış, bunlardan zamanında Masumiyet için yazdıklarımı beğenmeyip yeniden izleyerek yazmış bir sinema yazarı olarak, en azından hakkaniyetli olduğum ve yapıtını dikkatle, özenle izlediğim kabul edilmelidir.
Nitekim genelde olumsuz eleştirilen Bulantı’yı da sonuç olarak beğenip övdüm. Yakın zamanda çıkan DVD’si için benim yazımdan bir cümleyi kullanmak istediler. ‘Onur duyarım’ diye yanıtladım. Ve kullandılar.
Ama bu yeni film için ne diyebilirim? Sevilmesi, yakınlaşması, hatta içine girilmesi öylesine zor bir film ki… Kolay kolay övülemez, keyifle izlenmesi zor türden...
Sorunlu bir evliliğin öyküsü bu… Kocası Cemal çalışmak üzere bir dış ülkeye (Romanya’ya) gitmiş Emine küçük oğlunun hastalığıyla boğuşurken, el işleri aldığı bir konfeksiyon atölyesinde Cemal’in eski patronu Ziya ile karşılaşır. Orta yaşlı adam, bu genç ve güzel kadına aşıktır. Her kendini bilen (!) Türk erkeği gibi, durumdan yararlanıp kadına sahip olur. Ve çocuğun tedavisini de yüklenir.
Bir zaman sonra dönen Cemal, evde bulduğu bir faturadan olayı farkeder. Ve kadına iyice girişir. Ama öylesine öfkelendiği Ziya, aynı zamanda ona yeniden iş verip aileyi kurtaracak adamdır. Bu durumda hangi duygular galip gelecektir?
Bu aşk ve tutku üçgeni, elbette sinemada en çok işlenegelmiş konulardan biridir. Belki en görkemli örneği birçok kez çekilmiş Postacı Kapıyı İki Kez Çalar olan… Genelde o filmlerdeki polisiye yan yerine, Zeki’nin tercihi insandır, bu konumdaki üç kişinin iç dramları ve psikolojik gelişimleridir.
Buna da bir itirazım yok. Ama bunun için filmin böylesine ağır, bu kadar yavaş akması şart mıydı? Sanki iyi sinema için illa da böylesine minimalist olmak, hertürlü yan efektten vazgeçmek kaçınılmaz mıydı?
Böylece, çok ağır akan bir nehir gibi gelişen filmde ya uzun ve sabit tek çekimler, ya da birkaç yerde yavaş kaydırmalar gözüküyor. Müziğin m’si bile yok, hatta uzaklarda çalan bir şarkı bile duyulmuyor.
Ve oyuncuların genelde ya fısıldayarak konuşmaları, ya da laflarını yutmaları yüzünden konuşmaları tümüyle izlemek de kolay değil.
Demirkubuz arada yine açık TV ekranlarıyla gündelik hayata dalmayı deniyor. Ama modernite bu kez daha çok sürekli çalan telefonlarla sağlanıyor: iletişimin artık başlıca alanı, ayni zamanda vakit geçirmeden ekran oyunlarına, bilgi edinmeden mesajlaşmaya herşeye yarayan olan o smart-phone’lar…
Doğa pek az işin içine giriyor. Daha çok iç mekanlar, loş çekimler var. Ve özellikle o atölye sahneleri büyük bir canlılık taşıyor, o iş yeri tüm atmosferiyle, tüm ayrıntılarıyla gerçek bir dekora dönüşüyor.
Ve de şiddet. Filmin ana temasının kadına karşı şiddet olduğu bile söylenebilir. Ama yönetmen bunu bir gösteriye, bir şova dönüştürmüyor. Emine dayak yerken genelde kadraj dışı kalıyor. Çocuk karakteriyse hiç işlenmemiş, uzak bir figür...
Oyuncu seçimi ve yönetimi kusursuza yakın. Aslıhan Gürbüz bir dönemin İtalyan divalarını (en çok da Silvana Mangano’yu) hatırlatan bir esmer güzeli, iyi de bir oyuncu.
Caner Cindoruk o hayatın içinde kaybolmuş emekçide öylesine inandırıcı ki..Hele finale doğru iyice çöktüğü, uzamış sakallı o bezgin, perişan haliyle…Taner Birsel ise her zamanki gibi bir oyunculuk dersi veriyor.
Ama tüm bunlar yetmiyor. Bu uzun (145 dakikalık) filmi kurtarmaya, ilgiyle izlememizi sağlamaya yetmiyor. Film o klasik tek sözcüğü hak ediyor: Sıkıcı!..
Ve kimilerinin (aslında hayli geniş bir kesimin) sanat filmi denince sanki kaçmasına yeni bir bahane oluşturuyor. Yazık!...
Yarın: KRAL İÇİN HOLOGRAM ve AVCI: KIŞ SAVAŞI