İSTANBUL YAZILARI
Bir İstanbul vardı. Tarihin süzgecinden geçip tüm haşmetiyle günümüze ulaşan, emsalsiz bir doğa ile üç imparatorluğun oya gibi işleyip yarattığı, birbirinden güzel yapıların birleştiği, son aşamada yine tarihin içinden gelip sayısız devlet kurmuş bir halkın elinde, onun son devletinin gayri resmi başkenti, tüm insanlarının gözdesi, tüm dünyanın ilgi odağı bir büyük ve eski payitaht, dünyanın en güzel ve alımlı şehirlerinin kraliçesi.
Özellikle de Ak Parti iktidarının bu kentin üzerindeki zalim uygulamalarının, artık neredeyse o bildiğimiz, sevdiğimiz İstanbul’un sonunu getirmeye yaklaştığı açıkça görülüyor değil mi?
Yerel seçimlerin iyice yaklaştığı şu günlerde, özellikle İstanbul‘u ve aslında tüm ülkeyi AK Parti’nin sermayeci, rantçı, sözüm ona muhafazakâr olduğunu iddia ettiği halde sanki hiçbir şeyi muhafaza etmemeye yeminli kentçilik siyasetinden kurtarmanın yaşamsal önemi tartışılır mı?
İşte bu sitede haftada bir bu konuları işlemek için ekranın önüne oturuyorum. İçimde sanki kaybedilmek üzere olan bir sevgilinin hüzünlü anısı, yitip giden güzelliklerin acısı, bunca bilinçsiz yağmanın getirdiği onulmaz bir yaranın ıstırabıyla...
Ve kente bakıyorum. Yıllardır, yüzyıllardır onun kimliğini oluşturmuş her şeyi halkın elinden alma girişimlerinin nasıl hızlandığını gözlemliyorum. Örneğin adına Haliç denen eski Altın Boynuz’un, tarihi kentin yüreğine zarif bir hançer gibi dalan bu eşsiz körfezin, iki yakasıyla birden nasıl bir inşaat hummasına teslim edildiğini görüyorum.
Yine yüzyıllardır kent panoramasını izlemenin benzersiz mekânı olmuş bir Çamlıca tepesinin Osmanlı taklidi devasa bir camiye nasıl kurban edildiğini seyrediyorum. İçim sızlayarak, gözlerimden yaşlar gelerek...
Paris belediyesi denizden kilometrelerce uzak kentini plaja kavuşturmak için Seine Nehri kıyılarına yapay plajlar inşa ederken, biz sahici kumsallarımızı bile betona teslim ettik.
Ve de Boğaz’daki sayılı körfezlerimizi de özel tekneciliğe yaraması için beton rıhtımlarla doldurduk: Tarabya’dan İstinye’ye dek...
Yine biz, elde son kalan vadilerimizi, bostanlarımızı, bahçelerimizi, yeşil alanlarımızı da birer ikişer imara açtık, açıyoruz. Yani onları hep çıkarın, kazancın, rantın kurban taşında feda ettik.
En son da, yine İstanbul denince akla gelen ilk ve en büyük mesire alanlarından birinin, ünlü Polonezköy’ün de imara açıldığı haberleri geldi. Ve bizler de artık çığlık atacak geldik: Yahu, sizin hiç mi insafınız yok? En küçük bir doğa sevginiz, en ufak bir korumacılık duygunuz, güzellik ve estetik denen şeylerden hiç mi nasibiniz yok?
Hiç mi bir güzel doğa parçası önünde duygulanmadınız, bir güneş batımından etkilenmediniz, bir doğa harikası karşısında “keşke bunlar hep böyle kalsa” demediniz? Hiç mi ailenizle birlikte bir yeşil alanda, bir parkta, bir rekreasyon sahasında nefes alıp sere-serpe bir gün geçirmediniz?
Üstelik hiç utanmadan, tüm bunları kalkınma, modernleşme, gelişme, dönüşüm gibi cafcaflı adlarla pazarlamaya kalkışıyorsunuz. Ve çevre sorunlarının Batı’daki kadar anlaşılıp benimsenmediği ülkemizde de, bunu yutturmayı neredeyse başarıyorsunuz.
Daha söylenecek çok şey var. İnşallah önümüzdeki günlerde... Ama şimdiden söylüyorum ve şu dönemde konuşup yazma imkânı bulduğumda hep söyleyeceğim:
Bu yazıyı okuyan sevgili dostlar. Eğer gerçekten bu ülkeyi, bu vatanı, kendi tarihinizi ve kendi halkınızı seviyorsanız, yerel yönetimden başlayarak bir şeyleri değiştirme zamanının geldiğini unutmayın. Ve bu konuda elinizden gelen her şeyi yapmaya başlayın. Hemen, şimdiden...