ÇÖL KRALİÇESİ X X X |
Werner Herzog dönüyor. Bugün 74 yaşında olan (1942 doğumlu) Alman ustası, bu yeni filmiyle belki bir Aguirre, Woyzeck, Fitzcarraldo veya Yeşil Kobra düzeyinde heyecan uyandırmayacak. Ama yine aşık olduğunu bildiğimiz bir şeye adanmış bu film: dünyamızın farklı ve az bilinen kültürlerine, değişik folklorlara, tarihin gölgede kalmış bir dönemine…Hele bu Ortadoğu gibi bizim de vaktiyle ve de hala içinde çırpındığımız bir ‘bataklık’ ise… Daha da ilginç değil mi?..
Film özetle Gertrude Bell adlı bir İngiliz kadınının öyküsü. Bell bir seyyah, dağcı, arkeolog, yazar, fotoğrafçı, macareperest, folklor derleyicisi ve araştırmacı. Kimilerine göreyse o kendine özgü bir Ortadoğu Mata Hari’si...
1868 - 1926 arasında yaşamış Bell’in hayatını 1902’den 1920’lere dek uzanan bir zaman dilimi içinde izliyoruz. Daha genç yaşta Avrupa’yı gezerek Alp dağlarının tepesine çıkan, daha sonra ana-babasına yalvararak uzaklara, Doğu’ya gitmeyi isteyen ve bunu başaran Bell, ilk kez 1899’da gördüğü Kudüs’e ve orada Arap kültürüne aşık oluyor. Bir yandan çöl manzarasının o tanrısal çekiciliği. Öte yandan o coğrafyada yaşayan binbir dil, din ve etnik içeren insan topluluklarının şaşırtıcı zenginliği.
Araplar, Bedeviler, Dürzüler, İranlılar, Kürtler ve elbette Türkler burada birlikte yaşıyorlar. Ve bu dev mozaik, Batı’dan çok farklı bir manzara oluşturuyor. Bell’in bakışıyla ”doğayla uyumlu, alabildiğine özgür ve başınabuyruk hayatlar.”
Bell tıpkı - kendisinden hayli küçük olsa da - çağdaşı ve vatandaşı T. E. Lawrence gibi bu geniş coğrafyayı ve içindeki insanları kavrayıp kucaklamaya çalışıyor. Lawrence ile zaten birçok kez karşılaşıyor, dostluk kuruyorlar. Ama o, en azından filmin bize anlattığı ilk yıllarında, Lawrence gibi kendisini siyasete adamayı, ülkesi adına casusluk yapmayı reddediyor. Ne yaparsa kendi keyfi için yapacak ve hiçbir güce boyun eğmeyecektir.
Ne koca İngiliz imparatorluğu… Ne kendisiyle evlenip onu ‘El Hatun’ yapmak isteyen gencecik şeyh. Ve ne de adları Raşit, İbni Saud veya Kıral Faysal olan o coğrafyanın hakimleri. O erken bir feministtir, kadın gururu ve dikbaşlığının zaman-ötesi bir temsilcisidir.
Ve de alabildiğine tehlikeli ve kadının adeta varolmadığı bir coğrafyada, uzun yıllar boyu bir kez olsun tacize ve tecavüze uğramadan (en azından filme göre!) dolaşıp duracak, sonraki yıllarda Türkiye’yi de ziyaret edecektir.
Bu çok güzel çekilmiş ve olağanüstü görüntüler içeren film, sonuç olarak ikisi de trajik biçimde biten iki aşk yaşayan bu güzel kadının odak noktasında olduğu bir büyük duygusal serüven gibi gözükebilir. Ama elbette önemi başka yerde. Bize Ortadoğu denen coğrafyanın kimi gizlerini, önemli kilit noktalarını, çözülmez bulmacalarını ve belki asıl gizemini sunmasında…
Böylece Gertrude’u Kahire’den Amman’a, Şam’dan Hayil’e, Petra harabelerinden Nefud çölüne uzanan bir büyük alan içinde izliyoruz. Bu ‘dişi Lawrence’ İran’ın gül bahçelerini ve görkemli mezarlıklarını, Mucip vadisini, Ceb tepelerini aşıp geçerken, örneğin Romalı şair Virgil kadar Fransız ozanları Beaudelaire ve Rimbaud’yu da bilen bir Dürzü şeyhiyle flört ediyor.
Kralları, şeyhleri tanırken, sadık rehberi Fattuh’un kimliğinde o halkın bilgeliğini ve tevazuunu da tanıyor. Ve bir sahnede Piramit’lerin önünde Lawrence ve Winston Churchill’le birlikte tarihe geçen bir poz veriyor.
Uzak kültürlere aşık olmak ve onların peşinde koşmak gibi bir huyu olan batılı, özellikle de İngiliz ırkından gelen bu kadın, ilk büyük savaşın sonunda Ortadoğu sınırlarını çizmeye çalışan İngiltere’ye Irak’da en iyi çözümün Kıral Faysal olduğunu kabul ettirmiş. Ve o sınırları belirleyen komisyona da katılmış. Film bize o dönem üzerine çok şey öğretirken, bugünkü komşularımız ve bitmeyen sorunları için de ilginç ipuçları veriyor.
Belki çok çarpıcı bir film değil bu. David Lean’in Arabistanlı Lawrence’ı hiç değil. Ama bu unutulmuş kadının öyküsünü hatırlatan, özellikle bizim için çok ilginç bir film. Tam da Osmanlı’nın çöküş yıllarında geçen ve bunu sık sık anarak yaşanan bu maceradan alacağımız dersler olmalı.
Nicole Kidman bize gerçek bir ‘one woman show’ sunuyor. Yanıbaşında iki aşkını oynayan James Franco ve Damian Lewis, Fattuh’da Jay Abdo, Churchill’de Christopher Fulford gibi ilginç aktörler var. Ünlü casus Lawrence’de ise ‘vampir’ Robert Pattinson’u bulmak ilginç…Acaba bu istenmiş bir alegori mi?
Marvel kahramanları birbiriyle savaşıyor!
KAPTAN AMERİKA: KAHRAMANLARIN SAVAŞI X X 1/2 |
Marvel Comics tam anlamıyla bir mirasyedi gibi davranıyor. Ve zengin geçmişini ve onun getirdiği birikimin son meyvelerini toplamak için elinden geleni yapıyor.
Bu kez yine eski kahramanlardan birçoğunu aynı çatı altında toplayan bir yeni macera yaratılmış. Ama inşa edilen malikanenin tüm ihtişamına karşın, o çatıda bir sorun var. Daha doğrusu temellerinde…
Anlatılan öykü, 1990’larda açılıp günümüze doğru geliyor. (Demek ki futurist olup gelecekte geçen bir film değil bu) ABD’nin birçok kentinde ortaya çıkan kargaşa, terör ve toplu çılgınlık olaylarını veren ekran görüntüleriyle koşut olarak Avrupa’da da Berlin’den Viyana ya da Londra’ya, ayrıca Balkanlar’dan Nijerya’ya dünyamızın heryerde tam bir kaos içine düştüğü gösteriliyor. Öyle ki, bu alabildiğine uçuk filmin neredeyse ayaklarının yere bastığını ve tüm bunların dünyanın şugünlerdeki haline işaret ettiğini düşünüyorsunuz. Bir an için…
Ama film bu yolda yürümüyor. Ve çok daha büyük fantezileri seçiyor. Bu olayları bastırmak için özgür bir birim olarak çalışan süper-kahramanlar, başta The Avengers- Yenilmezler, anarşi yarattıkları gerekçesiyle hükümet (yani ABD anlayınız!) tarafından bir tür Kahraman-Karşıdı eylemle bastırılmaya ve denetim altına alınmaya çalışılıyor.
Ama başta Demir Adam kimileri bu eyleme katılırken, Yüzbaşı Amerika (isterseniz Kaptan Amerika da diyebilirsiniz!) ve yandaşları hükümetlere güvenmiyor ve bağımsızlıklarını sürdürmek istiyorlar. Böylece bir yandan dünya sallanırken, öte yanda Marvel kahramanları da birbirine giriyor!…
Hikayenin anlatırken bile gözüken çocuksuluğu filmde aynen öyle sürüyor. Örneğin baştaki 15 dakika süren parlak aksiyon bölümünden keyif almak olanaksız. Çünkü ne olup bittiği konusunda hiçbir ipucu yok!
Sonrasında da bu aynen sürüyor. Uzun, ama entrikayı açıklayıp kişileri belirlemekte son derece yetersiz diyalog bölümlerini, birden patlayan görkemli aksiyon ve müthiş görsel efektlere dayalı hareketli sahneler izliyor.
Ama ortaya herhangi bir dramatik yapı, bir hikaye örgüsü ve gerçek bir heyecan çıkmıyor. Ve bu kişi bolluğu da sonuç olarak pek işe yaramıyor. Çünkü hiçbirinin gerçek bir karaktere dönüşmesi sözkonusu olamıyor.
Böylece saydıklarımın yanısıra Kara Panter, Kara Dul, Savaş Makinası, Sharon Carter, Kızıl Yosma, Karınca Adam, Thor, Agents of SHİELD gibileri bir biçimde hikayeye giriyor: ya bizzat, ya da anılarak... Tam bir buçuk saat sonraysa onlara Örümcek Adam (ilk gençliğinde!) veya Hawkeye de katılıyor. Ama ne kadar geç!...
Ve böylece Marvel sanki tüm hazinesini tek bir filme doldurmuş ve bir anlamda onu cömertce harcamış oluyor. Olabildiğince çizgi-roman meraklısını bu filme çekmek için… Ama kimilerini daha iyi kullansa ve başka filmlere saklasa…Daha akıllıca olmaz mıydı?
Ancak filmin artıları da var. Öncelikle daha önce Kaptan Amerika- Kış Askeri’ni de yönetmiş olan Russo kardeşler gerçekten de parlak bir görsel dünya kuruyor ve çılgın aksiyon bölümlerini gayet iyi idare ediyorlar. Filmde sürekli bir mizah duygusu da var. Gerçi bu aslında dramatik olması gereken bölümlerin komediye dönüşüne de yol açıyor. Ne yapalım!…
Ayrıca filmin sonunda ilk çıkış noktasıyla final arasında ciddi bir bağ kuruluyor. Bir aile trajedisinin ortaya çıkmasıyla…Böylece bu tür filmlerde genelde görülen aile ve kökenler olayı da hikayeyi bir parça sağlamlaştırıyor. .
Öte yandan, bunca ünlü ismi tek bir filmde topluca görmek sinemasever için heyecan verici. Robert Downey sanki yeni bir Demir Adam filmindeki gibi oynarken, birbirinden çekici Scarlett Johansson, Elisabeth Olsen ve Emily VanCamp gözlerimize ziyafet çekiyor. Don Cheadle, Jeremy Renner, Alman Daniel Brühl gibi iyi oyuncular rollerine boyut katıyor. Arada Wiliam Hurt, John Slattery, Paul Bettany gibi erkek ya da Marisa Tomei, Hope Davis, Alfre Woodard gibi kadın oyuncular, özlenmiş yüzler kategorisinden gelip bize sürpriz yapıyorlar.
Ve böylece iki buçuk saatlik bir şamata sona eriyor. Olasılıkla gençler çok daha keyifle izleyecek. Biz araya pek girmeyelim!…
YARIN: SONSUZLUK TEORİSİ ve KRONİK