Evet, Güngör Denizaşan da gitti. 88 yaşındaydı, en az iki yıldır Parkinson hastalığıyla boğuşuyordu, son dönemde artık konuşamıyordu bile... Yine de bu alabildiğine kendine özgü dost insanın kaybına üzülmemek mümkün mü?
Güngör Denizaşan - Atilla Dorsay
Ben onu İstanbul’da uzun yıllar yaşadığı Talimhane’deki evinde çok ziyaret ettim. Ama bir o kadar da Cannes Festivali’nde karşılaştık. O bir yazardı. Ama magazin yazarı... Olsun. Bir fotoğrafçıydı. İyilerinden değil, ama ne önemi var? Dil filan bilmez, gerçek sanattan pek çakmazdı. Ama öylesine geniş bir yüreği, öylesine zengin bir mizah duygusu vardı ki... Teslim olmamak ne mümkün!
Aslında daha 17-18 yaşlarında o zamanlar ‘cemiyet hayatı’ denen magazin alanında başlamış, birçok ünlüyle içli-dışlı olmayı başarmıştı. 1967 yılında Gazette 13 adlı
Bendeniz de bir noktadan itibaren ona sinema, özellikle de Cannes yazıları yazmıştım: 1985’lerden başlayarak... Arşivinden en eski bir fotoğrafı çıkarıp kimi ünlülerin olaylarını günümüzde olmuş gibi gösterip şakalar yapmak, her sayıda “Basınımızın Süper Starları” adıyla akla gelecek her alandaki isimlere puan vermek de en sevdiği işlerdendi.
Charles Aznavour - Güngör Denizaşan - Atilla Dorsay
Ve özellikle Cannes anılarımız çoktur. Çünkü aramızda oluşan dostluk nedeniyle benim önemli söyleşilerime katılıp resim çekmeyi benimsemişti. Böylece örneğin Charles Aznavour veya Atom Egoyan gibi efsane adlarla o bitmeyen “Ermeni sorunu” üzerine ilgi çeken röportajlarımda hep vardı. Dil bilmediği için Cannes’daki basın sorumlularınca küçümsenir, ama sonra o kuşe kâğıt dergideki devasa resimleri ve uzun yazıları gönderdiğinde şaşırıp ona teşekkür ederlerdi.
Yönetmen Atom Egoyan - Atilla Dorsay
Son dönemde başına birçok nahoş şey geldi. Talimhane’deki büro-eve ‘depreme dayanıksız’ raporu’ verildi, ev boşaltıldı. O da biraz ötede bir başka kata kiracı olarak taşınmak zorunda kaldı. Yanında tek güvendiği yardımcısı Naim olduğu halde... En sevdiği şeylerden biri köpeği Tanti ise öbürü de yıllar boyu topladığı o dürbün koleksiyonuydu. Ve o zor günlerinde onu bir kuruluşa satıp biraz rahatlamak istemişti. Ben de İstanbul Belediyesi kültür bölümüne başvurup ona destek rica ettim. Ve olumlu yanıt aldım. Ama İBB o zamanlar iki ayda bir değişen kadın kültür insanlarına sahip gözüküyordu. Ve hiçbir şey yapılmadı. O dürbünler hâlâ bir güvenli sığınak bekliyor!...
Sonraları, özellikle pandemi sonrasında görüşemez olduk. O aralar ben akrabalarıyla tanıştım; önce torunu Tan Mungan Denizaşan’ı tanıdım. Ki bir kız kardeşi de varmış. Sonra da annesini, yani Güngör’ün kızı Arın Denizaşan’ı.... Niye daha önce tanışmamıştık, hiç bilmiyorum. Ona en son ziyaretimiz bir süre önce oldu. Yanıma kitap eleştirmeni Sayın Çınar dostumu alıp gittim. O günlerde bile zor konuşuyor, ağır hareket diyordu. Ve eski enerjisinden eser yoktu. Tanti’yi ise çoktan yitirmişti.
Sonra uzunca bir zaman ona gidemedik. Günün birinde torunu aradı; hastanede olduğunu ve hastalığın ağır biçimde seyrettiğini söyledi. Ama şu hengâme günlerde yine kalkıp gitmeyi beceremedik. Ancak öyle bir şey oldu ki, bunu hiç unutamam. Tan Mungan aradı, dedesinin konuşamadığını, ama benim sesimi duymak istediğini söyledi. Ben de ahizeye olabildiğince yüksek sesle konuşarak ona selamlarımı yolladım. Tan Bey bana dedesinin yüzünde beliren gülümsemeyi anlattı. Ve benim yanaklarım ıslandı. Sanki o ağlatmak için yapılmış filmlerden birini izler gibi...
Ve sonra gitti. Kendi sağlık durumumuz yüzünden yine kalkıp karşı yakaya, cenazesine gidemedik. Bu eşsiz dosta selam ediyorum.