TERMİNATÖR 2- MAHŞER GÜNÜ X X X X Yönetmen: James Cameron Amerikan filmi |
Çevriminden 26 yıl sonra yeniden gösterime sunulan bu filmi yine ilgiyle izlerken, ne çok şey hatırladım!...Öncelikle 80’li yılların o tür filmlerdeki patlaması.
Gerçi bilim-kurgusal fantezilerin yeniden canlanması 70’lerin sonunda başlamıştı. İlk Star Wars’lar, ilk Star Trek’ler, ilk Superman’ler derken, 80’lerde tür giderek zenginleşmiş, çizgi-romanlara nur yağar olmuş ve yeni kahramanlar doğmuştu.
Ve türün usta yönetmenlerinin (George Lucas, James Cameron, Richard Donner, Paul Verhoeven, Nicholas Meyer, vb.) yanısıra, yeni oyuncular da türemiş ve zirveye çıkmışlardı. Bunların en ilginçlerinin başında Alman kökenli Arnold Schwarzenegger geliyordu.
Conan, ilk Terminator- Yokedici, Predator- Av, Total Recall- Gerçeğe Çağrı, Last Action Hero- Son Muhteşem Kahraman, True Lies- Gerçek Yalanlar, Batman ve Robin, End of Days- Şeytanın Günü. Ve belki de daireyi kapayan Terminator 3: Makinelerin Yükselişi (2003).
Bu filmlerde en büyük kozu olan alabildiğine gelişmiş bedeni, giderek bir avantaja dönüşen, Alman aksanlı yadırgatıcı İngilizcesi, beklenmedik anlarda çıkıp gelen (ve bir seri komedi çevirmesine de yol açan) mizah anlayışıyla, bir dönemin ikonlarından biri oldu. Kendi adıma özellikle Terminator serisi, Gerçeğe Çağrı ve Gerçek Yalanlar’ı unutamam.
Şimdi, yıllar sonra, ikinci Terminator çıkıp geliyor. Yenilenmiş ve kimi salonlarda Üç Boyutlu (gözlükle izleniyor) olarak... Önümde zamanında yazdığım eleştiriler var. İlk filmle birlikte...(Hayatımızı Değiştiren Filmler/ 1985- 1995). O uzun yazıyı yineleyecek değilim.
Ama özetle ve yeni izlenimlerimi de katarak...Kuşku yok ki ilkiyle rahatça aşık atan bir filmdi; birini daha çok beğenmek kolay değildi. İlki daha özgün ve yenilikçiydi kuşkusuz...Ama ikincinin özel efektleri daha gelişmişti, daha olgundu.
Amerikan bilim-kurgusunun o karanlık, karamsar öykülerinden, bir diğer deyişle distopyalarından biri bu. 2009 yılında atom savaşıyla yakılıp yıkılan bir dünyada Los Angeles... İnsanların çoğu ölüp gitmiştir. Kalanlar siborg denen robotlarla mücadele etmektedir. Ve onlar insan neslinden son kalanları yok etmeye yeminlidir.
Asilerin lideri John Connor’dur. Ve siborg’lar onu daha çocukken yok etmek için, zaman teknolojisinin imkan verdiği bir şeyi gerçekleştirip geçmişe bir robot yollarlar. İnsanlar da Connor’un annesinin yardımıyla bir başka makine-adamı, bir ‘iyi robotu’ yollar. Ve iki dönemin birbirine karıştığı bir macera başlar.
Tam bir çizgi-roman mantığı ve alabildiğine naïf bir öykü yapısı. Ama ne gam!...Perdede öylesine bir görsellik yaratılıyor ve öylesine dur-durak bilmeyen bir tempo sağlanıyor ki...Ben o dönemde, benim çocukluğumun 1001 Roman dergilerini anmıştım. Şimdiki gençlerin anacak o kadar çok çizgi-romanları var ki....
Ben şöyle demiştim: “Bu futurist öyküler, teknolojik masallar, insanlığın geleceği üzerine alabildiğine kötümser öngörüler, bu metal, çelik pırıltısı, bu robot ve makine-insan psikolojisi artık geçmişin klasik serüvenlerinin, efsanelerin ve masalların yerini aldı. Gözde vakit geçirme aracı olarak her türlü bilgisayar oyunlarını, video ve küçük ekran becerilerini, elektronik oyuncakları seçen yeni kuşaklar, bu türden filmleri de sinemasal deneyimlerinin başlıca odağı haline getiriyor sanırım”.
Ve şöyle eklemiştim: “Filmde biri Arnold S, öbürü de makine anlamsızlığı taşıyan yüzüyle Robert Patrick olan iki robot-adam, içleri makine, dışları ise yaşayan hücrelerden yapılmış bir ‘etten kılıf’tan oluşan iki ‘terminatör’, ‘dünyanın geleceği’ olan küçük John Connor’un yaşamı üzerinde müthiş bir kumar ve savaşım gerçekleştirirken, olayların odak noktasında ‘erkek gibi’ bir kadın olan ve adaleli bedeniyle neredeyse iki makine-adamdan aşağı kalmayan Sarah Connor, yani Linda Hamilton, bu öykünün belki de asıl kahramanı”.
Ayırca da “Cameron tümüyle özel efektlerin başarısına, makyaja, teknik hilelere dayanan filminde, tüm bu teknolojik alanlarda eşsiz bir egemenlik kurduğu gibi, yer yer sinema olarak da ilginç bölümler yakalıyor. Örneğin ‘dünyanın yok olduğu an’ın filmin içinde bir leit-motiv gibi sık sık gelen görüntüsü...İkili döğüş sahnelerinin şaşırtıcı temposu gibi” yazmıştım.
Yıllar sonra bu temel izlenimlerim doğrulandı. Önceleri filmin biraz ‘eskimiş’ olduğunu düşünmedim değil. Ama giderek kendimi kaptırdım ve sanki 80’lere döndüm. Schwarzenegger’in ‘genç hali’ ve Linda Hamilton’lu tüm sahneler de gözümden yaşlar getirdi. Böylesine ‘maço’ bir filmde kadına biçilen rol, bir tür feminist tavır değil miydi?
Ayrıca o günden bugüne dünyamızın içine düştüğü genel olumsuzluk ve felakete gidiş atmosferi, her ne kadar hikayenin içerdiği kıyamet değilse de, yine de filme daha inanarak bakmamızı ve daha çok etkilenmemizi sağlıyor değil miydi?