Atilla Dorsay

15 Mayıs 2016

Cannes iyi ya da kötü sürprizler ile başladı

Elbette böylesine iddialı bir programda ve kimi filmler açık bir meydan okuma taşıdığında, bu kaçınılmaz.

  Görkemli olacağa benzeyen 69. Cannes Festivali'nde sürprizli filmler başladı. Yalnız iyi değil, kötü sürprizler de... Elbette böylesine iddialı bir programda ve kimi filmler açık bir meydan okuma taşıdığında, bu kaçınılmaz.

   İşte bir avuç filmiyle hep yankı uyandırmış gözüpek bir Fransız yönetmeni. Bruno Dumont. Geçmişte ve 1997’den başlayarak filmlerini hep izledik, hemen her Cannes’da ve sonra İstanbul festivallerinde karşyımıza çıktı: İsa’nın Hayatı, İnsanlık, 29 Palmiye, Flandres, Şeytanın İşi, Camille Claudel 1915...

    Son filmi Mac Loute’de yönetmen yine iddialı bir şeye sıvanıyor. 1910 yılında Kuzey Fransa’nın Slack körfezi civarı. Tepedeki gösterişli evde Van Petegem adlı zengin bir burjuva ailesi oturuyor. Kıyıda ise işleri balıkçılık ve karşı yakaya geçmek isteyen burjuvaları veya meraklı tuistleri ya sandalla, ya da sırtlarında para karşılığı taşımak olan ve görünüşleri bile ürkütücü bir emekçi ailesi...

   Dumonht bize vahşi bir doğanın ortasında iki ayrı sınıfı temsil eden bu ailenin öyküsünü anlatıyor. Kullandığı yöntem bir tür zkara komedi... Bu tuhaf insanlar öncelikle en abartılı biçimde tasvir edilmiş: burjuvalaın tümüyl yaşamdan kopuk, alabildiğine yapay ve karikatür düzeyindeki tutumlarına, kıyı emekçilerinin kornku filmlerine benzer sert, vahşi ve ürkünç halleri yanıt veriyor. Arada bir aşk filizlerir gibi oluyorsa da, bu bile bu ilişkilerin sonunda çığrından çıkmasına ve bir katliama dönüşmesine engel olamıyor.

   Film aslında bir dönem Fransa’sının taşrasında yaşanan  sınıfsal savaşımı vermesi açısından ilginç. Ama yönetmenin seçtiği ton kesinlikle grotesk. Yani her şeyiyle kaba, aşırı ve şişirilmiş.

    Böylece kadrodaki Juiliette Binoche’an Valeria Bruni Tedeschi’ye ve Fabrice Luchini’ye tüm oyuncular devasa birer karikatüre veya kuklaya dönüşürken, etraftaki cinayetleri soruşyturmya çabalayıp katiyen beceremeyen  ve biri habire düşen inanılmaz bir şişman olan iki taşra hafiyesi de bize bir dönemin ünlü komedi ikilisi Lorel- Hardi’yi hatırlatıyor.

   Ve en hazini, tüm o abartılı komedi sahnelerine bile hiçbir biçimde gülemiyorsunuz. Ne yazık... Ama elbette her türlü zevk ve farklı bakış var. Nitekim bu filmi sevenler de oldu. Ama hemen hepsi Fransız... Yabancı eleştirmenler hiç beğenmediler. Bu da acaba o eski efsanenin, Fransız üsulü bir milliyetçilğin bir kanıtı olabilir mi?

      Çok farklı bir filmse Alman yönetmeni Maren Ada’nın yine hayli uzun filmi Toni Erdmann. Kadın yönetmeni 2009’daki Alle Anderen- Başka Herşey filmiyle hatırlıyoruz. Bu kez bize festivalin belki en özgün ve en sempatik filmini sunuyor.

   Görünürde bir  baba-kız öyküsü bu... İnes işlerini büyük yatırım yaptığı Romanya’da, Bükreş’te yürüten bir Alman firmasının temsilcisi ve geleceğe açılan programların yöneticisi. Genç kadın tam zor  ilişkilerin ağında birçok şeyle boğuşurken, birden babası Winfrid çıkageliyor: iri yarı, bir palyaço havasında, sık sık peruk ve takma diş takıp insanları ya korkutan, ya da ürküten bir hayat gurusu.

   Baba-kız ilişkileri böylece sürüyor: Geri kalmış bir Avrupa ülkesinin kendi iç sorunları, yoksulluk ve sömürü fonunda bir yandan iş dünyasının kendine özgü jargonu, siyaseti ve entrikaları... Öte yandan kızını çok sevse de bunu gösteremeyen kendine özgü bir babayla sevmeyi  ve mutlu olmayı çoktan unutmuş kızının yeniden barışma ve bir denge kurma çabaları.

  Film hep sürprizlerle gelişiyor, hikâye dramdan komediye, siyasetten ekonomiye ve arada müzikale beklenmedik virajlar alıyor. Kimi zaman kahkahalarla gülüyor (hele o çıplak parti bölümünde!), kimi zaman ağlama ihtiyacı duyuyorsunuz.

   Ve iki harika oyuncu, babada Peter Simonischek ve kızında Sandra Hüller gerçek anlamda gönül çalıyorlar. Sanırım film ödül listesinde mutlaka anılacak.