Atilla Dorsay

29 Temmuz 2015

Büyük Reis'in son umudu: Topyekun savaş!

Demokrasinin sonsal gücü, hem kurucusu hem de temel tüketicisi olan halk, doğruları gördüğü ölçüde çözüm yaklaşacak

Türkiye’nin yaşadığı şu zor dönemde bile asıl temel sorunu günden güne daha iyi ortaya çıkıyor. Bu Recep Tayyip Erdoğan sorunu ve onun ülkeyi adeta kişisel bir siyaset yüzünden gitgide daha çok bataklığa saplama çabasıdır.

Bunu son birkaç yıldır birçok sağduyulu vatandaş ve aydın gibi ben de görüyorum. Beni yıllar sonra kültür yazarlığından bir ölçüde siyaset yazmaya savuran bu durum içinde görüşlerimi hep yazdım. Özellikle de Quo Vadis İstanbul kitabımda (Ağustos 2013). Oradaki Bir Tayyip Erdoğan Portesi Denemesi yazım şöyle başlar: “...Ne yazık ki günümüzde koskoca Türkiye’nin temel sorunu, tüm öteki sorunları iteleyerek, şuna indirgenmiş görünüyor: Tek bir kişi, ister başbakan, ya da isterse hayal ettiği gibi cumhurbaşkanı olsun, adeta tek kişilik inadı, yenilemez gibi duran kibri, diyaloga ve empatiye tüm kapıları kapatması, ülkeyi sadece aldığı oy oranına (ki o da artık tartışmalı) dayanarak yönetme inadı ve dediğim dedik tavrıyla, bu ülkeyi gerçekten yönetebilir mi? Yönetse bile nereye kadar?”.

Ve de eklemişim: “Bu sorunun yanıtını tarih ya da –belki o kadar beklemeye gerek yok- ülke siyaseti elbette verecek." Evet, hala ülke siyasetinin bu sorunu çözmesini bekliyoruz. Gitgide daha kalabalıklaşarak...

 

 RTE’nin son can simidi 

 

Hazret bu kez son can simidine sarılmış gözüküyor. Ortalığı hallaç pamuğu gibi atmak, şiddeti körüklemek, ülkeyi birçok cephede birden savaşa sokmak. Ve kopan patırtıda AKP’nin -aslında RTE’nin- hala tek çare ve tek çözüm olduğu illüzyonunu yararatak, kendisini kapıda bekleyen o akibetten kurtarmak.

Bu artık iyice kişisel ve de zümresel bir çaba. Selahattin Demirtaş’a “Bu devlet politikası değil, saray politikası” dedirten....

Elbette olacak şey değil. Uzun vadede hiç değil. Kısa vadede, yanında kalan son fedai grubu, yeni yardakçıları ve hala uyanamayanlara da güvenerek, son bir deneme yapıyor. Nereye kadar?

Savaşı kimse istemez. Aklı başında hiç kimse... Savaş en son, zorunlu olarak başvurulacak bir yöntemdir. Bizim ve birçok ülkenin kurtuluş savaşlarında olduğu gibi... Bugünkü ise IŞİD’e ve de tüm terör örgütlerine karşı savaş gibi evrensel ve meşru bir nedene dayandırılan, ama ardında çöken bir yönetimin artık tartışmalı bir lidere dayanarak giriştiği, kendi ve özel kurtuluş savaşıdır.

 

Uyanan en tehlikeli cin: Aşırı milliyetçilik

 

Ve elbette bu kargaşa tüm tehlikeli, giderek ölümcül akımları da serbest bıraktı. Yani cinler tam anlamıyla şişeden çıktı. Bunlardan biri, iki yanlı bir terör. Tüm terörler gibi kör, anlamsız, hedefleri hep şaşıran bir terör. Allah korusun, ülkeyi diğer Ortadoğu ülkelerine benzetme riski taşıyan..

Öbürü aşırı milliyetçilik. Ilımlısı iyidir, hatta gereklidir. Ama aşırısı, bir halkı tüm diğer ırklara karşı nefrete, özetle faşizme götürür. Yakın tarihimizde bu ideolojiyi MHP yüklenmiş gözüktü. Şugünlerde ise Devlet Bahçeli, yakın zamana dek hep sağduyusunu övdüğümüz  Bahçeli, kopkoyu bir milliyetçi kesildi.            

Öylesine ki, ne bu ülkenin Kürtlerini tanıyor ne de onların yasal partisi HDP’yi. Onun kendi partisi kadar -raslantıya bakınız ki tamı tamına ayni sayıda!- milletvekili çıkarmasını hala hazmedemedi. Bunu ilk fırsatta geri alınacak bir hediye, bir elim kaza gibi görüyor!. Ve “bu partiyi kapatın” diye feryat ediyor. Demirtaş’tan yanıtını alarak: “Partileri halk açar, halk kapatır!”

 

AKP’nin geç kalmış milliyetçiliği

 

Aslında elbette milliyetçi değil ümmetçi olan, bu nedenle bir dönemde cemaatle birleşerek Ergenekon harekatını başlatıp orduya ve askeri müdahelelere karşı savaş açan, bu arada Kürt sorununu çözümü için 'barış süreci’ni de başlatan AKP, şimdi bu süreci durdurarak milliyetçi oylara oynuyor. Ümmetçilik yetmedi, yanına milliyetçiliği de katalım ve oyları arttıralım hesabı... Artık kim yutarsa.....

Bu kargaşada soğukkanlığını, hatta aklını korumak zorlaşıyor. Hem siyaset kadrosu, hem medya, hem sade vatandaş için... Öylesine bir kargaşa ki bu, kendisine karşı savaşılan güçlerin ve örgütlerin adları bile doğru-dürüst bilinmiyor. Nerede kalmış kimlikleri!...

Böylece en ciddi kanallarda bile spikerler IŞİD’den söz ederken, sıra iktidar sözcülerine gelince o DAEŞ (ya da DAİŞ) oluyor. Ayni haberin içinde bir IŞİD, bir de DAEŞ!...Yahu, bir örgütün adında bile anlaşamazsak ve ortaya herkesin  kabul ettiği bir isim koyamazsak, çözümde nasıl anlaşacağız? 

Kürt örgütlerine gelince, eskiden bir tek PKK vardı, şimdi sürüsüne bereket... DHKP-C, PYD, YPG, vs... Gelin de çıkın işin içinden...

 

Sağduyunun gereği

 

Görev yine sağduyuya düşüyor. Öncelikle başta CHP ve HDP’ye... Çözüm onlardan gelecek. Ama ayni zamanda AKP ve MHP’nin de sağduyusunu korumuş politikacılarına güvenmeliyiz. Ben şahsen AKP içinde de bu gidişten mutlu olmayan, siyaseti ‘büyük reis’in elinden kurtarmayı arzu eden ve çözüm arayan politikacıların olduğuna inanıyorum, hatta biliyorum. 

Elbette medyaya ve namuslu gazeteciliğe de büyük görev düşüyor. Ama en önemlisi yine halk. Demokrasinin sonsal gücü, hem kurucusu hem de temel tüketicisi olan halk... O doğruları gördüğü ölçüde çözüm yaklaşacak.

Neyse... Bugün Meclis toplanıyor. Umalım ki bu ilk toplantıdan ülkenin vahim durumu üzerine yeterince sorumlu bir davranış ve olayları Saray’ın iradesinden kurtaracak bir insiyatif çıksın...