Evet, gelelim şu eylül ayında, 2024 yazı içinde yaptığım okumalardan seçmelere ayrılmış üçüncü ve son yazıma... Yine üç kitap var. Umarım gerçek okurlara bir küçük hizmet sunabilmişimdir.
Yeniden Hakan Günday’a dönmek
1976 doğumlu Hakan Günday tam 2000 yılında Kinyas ve Kayra’yla edebiyat çevrelerini fethetmişti. Eserleri hep Doğan Kitap tarafından yayımlandı, öyle de sürüyor. Sonrasında Zarfana, Malafa, Azil, Ziyan ve özellikle Daha gelmişti. Bu sonuncudan uyarlanan ve Onur Saylak’ın yönettiği filmi 2017 yılında izlemiş ve çok çok sevmiş, tüm kitaplarımda zirveye almıştım... Zaten gözdem olan Günday artık daha da favorimdi. Ve 2023 yılında çıkan son romanı Derz’i de bu yaz ilgiyle okudum. DK- Doğan Kitap’ın Cumhuriyet 100 Yaşında serisi içinde yayımlanmıştı.
OT dergisiyle sıkı ilişki
Arka kapakta kitabın “Günday’ın çeşitli mecralarda yayımlanmış öyküleri ile Anakara Seyir Defteri adlı fanzininden sayfaları bir araya getirdiği” belirtiliyor. Fanzin -bu kez biraz açıklamaya çalışayım- özgün, serbest, kazanç peşinde koşmayan alternatif bir materyali kastediyor. Yazılar genel olarak OT dergisinde çıkmış. Yine genelde fantezi-fantastik karışımı, çarpıcı, keskin, kimi zaman biraz ürkünç öykücükler bunlar... Fanatik ve magazinsel yanları da var. Gasp örneğin... Tam bir siyasal hiciv zirvesi bu...
Defa ve Cihaz öyküleri yine absürdün doruklarına tırmanıyor. 2000 ve sonrasında OT onun gerçek mekanı olmuş. Sonra öyküsü, Ermeni soykırımı üzerine yürekli bir yaklaşım. Ardından Cosmopolit ve başka yerlerde Yiğit Bener, Sibel Kilimci, Murathan Mungan, Kutlukhan Kutlu gibi değerli adlarla iş birlikleri var. Cehennemde Bir Gün ise tam bir kara mizah zirvesi...
Köpekler ve insanlar
Sonra Triyaloglar adlı taşlama... Üst Düzey Yazışmalar başlıklı yazı köpeklerle insanları diyaloga sokuyor!.. İsimsiz adlı minicik bir öykü ise alabildiğine serbest üslupla yazılmış, sadece 22 satırlık bir dil denemesi...
Sonda belki başyapıtı saydığı Kinyas ve Kayra’ya dönüş. O büyük romanın 20. yıl özel baskısı için 2018’de yazılmış bir bölüm. Tüm kitabın en uzun yazısı...Ve kendine özgü bir lezzeti var. Evet, sevgili Hakan Günday hala sıkı sıkıya izlememiz gereken bir yazar.
Bir usta yönetmen ve yazar: Ferzan Özpetek
Ferzan Özpetek’i ne severim!.. Onu daha ‘İtalyan olmamış’ iken burada, anavatanında tanımış ve sanki yeteneğini sezmiştim. Sonra bir ikinci kültürü seçti ve belki burada kalsa olamayacağı kadar dünyaca tanındı. Helal olsun!..
1959 Kalamış doğumlu (ah, o ‘bir tatlı huzur almaya geldiğimiz Kalamış!’) Özpetek, yıllar boyu bizlere ve dünyaya birbirinden güzel filmler sundu. İyi bir ailesi, üç kardeşi vardı. Ve bir de İtalyan sevgilisi. Simone Ponteselli... Ama onunla ancak 2016’da İtalyan yasaları eşcinsel evliliği serbest bırakan yasayı kabul ettikten sonra evlenebilmişlerdi. 2015’teki bir özbiyografi kitabında bu aşkı da işlemiştir. Ve bu evlilik de hala sürmektedir.
Ama onun Türkiye ile ilişkisi hiç bitmedi. Bir süre önce yaşamsal seçimleri nedeniyle burada eleştiriye uğradığında, ben onu yine savunmuştum. En son da Antalya Altın Portakal festivaline jüri başkanı olarak gelmeyi kabul etti. Hoş geldin vatanına diyelim...
Roma’da geçen bir aşk hikayesi
Gelelim o kitaba... Film çektiği kadar, özgür biçimde, anılardan romanlara dek yazıya da önem veren Özpetek son kitabı olan Saklı Yürek’te yine harika bir işle karşımıza geliyor. Roman yine sinemayı ve film çekmeyi önemli bir yan tema olarak kullanıyor. Ve Roma’yı merkez alarak, bir tür romantik gizem üslubunda eseri ortaya koyuyor.
Evet, tarihi eşsiz Roma’nın merkezinde eski ve anılarla dolu bir ev... İnanılmaz bir tablo koleksiyonu, yıllarca kilitli tutulmuş odalar. Ve tutkulu bir aşkın birden önünü kesen gizemli olaylar... Farklı mekanlarda yaşayan, aralarında çok şey geçmiş, ama tümüyle ayrılmayı beceremeyen iki kadının öyküsü... Ki aile bireylerinin de karışacağı gelişmeler onları yeniden buluşturacaktır.
Kalpler, yürekler, gönüller
Özpetek’in romanının iki ana kahramanının da kadın olması tuhaf gelebilir. Ama ne önemi var? O eninde-sonunda yaklaştığı insanların yüreğine giriyor, kalplerine uzanıyor. Kitabın arka kapağında “Însan Yüreğini Nereye Saklar?” yazması ya da sadece adının Saklı Yürek olması yetmez mi? Doğrusu -fazla kişisel olacak ama- bir dönemde İtalyan kültürüne birden merak sarmam (hatta eşim Leman’la bile hikayemiz o çevre içinde gelişmişti) ve onların canzone’lerine öylesine ilgi duymam da bu kitabı sevmemde rol oynamış olabilir!.. Onun bütün filmlerini ve de sözünü ettiğim şu kitabını tüm sanatseverlere içtenlikle tavsiye ediyorum.
Ayşe Kulin’in son kitabı üzerine
Ayşe Kulin... Bu adı duyunca heyecanlanmamak veya herhangi biçimde onun değerini küçümsemek mümkün mü? 1941 İstanbul doğumlu, Robert Kolej eğitimli bu -benim vazgeçemediğim sözcüğümle- Lady’miz öylesine verimli oldu, öylesine başyapıtlar verdi ki... Öykülerden Güneşe Dön Yüzünü, Foto Sabah Resimleri, Geniş Zamanlar, Bir Varmış Bir Yokmuş. Doğdum Kızdım... Romanlardan Adi: Aylin (onu şöhret yoluna çıkaran ilk eseri), Sevdalinka, Füreya, Nefes Nefese, Umut, Gizli Anıların Yolcusu, Bora’nın Kitabı, Dönüş, Handan, Kanadı Kırık Kuşlar, Kördüğüm Her Yerde Kan Var, Yarın Yok...
Ayrıca da bir isme kolay sığmayan eserler. Biyografik ya da anı-romanlar; deneme veya derlemeler, şiirler; çocuk kitapları... Onun gibi verimlisi var mı?...
Ve son kitabı
Son kitabına gelince...Dört Gün Dört Gece (Everest) değişik bir deneme... 29 Mayıs 1960 ihtilali (veya askeri darbesi) sırasında geçiyor. Yazar olayları tam bir aile panoraması biçiminde sunuyor. Kişileri de hayli karışık... Karı-koca Sevda ve Sedat çifti var. Ve de Sevin ve Selçuk çifti, Sevda ve Selçuk ayrıca kuzendirler.
Ve tüm bu akrabalar ülkeyi alt üst eden o siyasal ortam içinde yaşamaya çabalarlar. Araya resmi-askeri nutuklar veya bildiriler kadar “Kimseye etmem şikayet/ ağlarım ben halime” gibi Müzeyyen Senar ya da Bir Dâme Düşürdü Ki Beni Baht-ı Siyahım” gibi Zeki Müren şarkıları girer. Ve de kimliği biraz karışık bir genç adam: Yusuf...
Sürekli diyaloglara dayanan, bir deyişle çok geveze bir roman bu... Doğrusu okuduğum en iyi Kulin romanlarından değil. Hiç değil. Ama hayranları, biliyorum, bu kitabı bile liste başı yapmış!.. Hiç itirazım yok, olamaz. Ayrıca zirveden sonra biraz aşağılara inmek onun da hakkı olamaz mı?
Ve böylece son yazın bana üzerlerine yazma arzusu verdiği kitapları bitirdim. Vakit bulsak da yenilerini okusak...
Genco Erkal
Genco Erkal üzerine
Ayrıca bugün geç kalmış bir yazıyı da koymak istiyorum. Sevgili Genco Erkal için bir şeyler yazamadım; ama onun için 2021’de yazdığım politik soslu bir yazıcığı buldum. Üstelik sinema çabalarını eksiksiz veriyor. Buyurun...
Çöken bir yönetimin yeni hedefi: Genco Erkal
Geçen günkü yazımda şu ülkede zirveye çıkıp da yönetimlerin gazabına uğramamış hemen hiçbir has sanatçı olmadığını yazmış ve kimi örnekler vermiştim. Hemen ardından yeni bir saldırı geldi. Yine gerçekten de çok büyük bir oyuncuya yönelik... 83 yaşında, tiyatromuzun devlerinden, has Atatürkçü Genco Erkal’ karşı...
Ne tuhaf... Bir zamanlar bu tür sanatçılara her şeye karşın biraz saygı gösterilir, göstermelik de olsa örneğin Devlet Sanatçısı unvanı verilirdi. Şimdi nerede!.. Ne onlar verir ne de zaten verseler de bizimkiler alır... Ama Allah’tan hemen ciddi protestolar yükseldi. Belki en hazini dün T24’te okuduğunuz gibi Fazıl Say’dan gelen görkemli çığlık olan...
Ve yine ne rastlantıdır ki bu olayın olduğu gün büyük tiyatro insanı Dikmen Gürün, Cumhuriyet’te “Tiyatroya adanmış bir yaşam: GENCO” başlıklı yazısıyla muhteşem bir Gence övgü namesi yazdı. Eline sağlık…
Ben ayrıca Genco’nun sinemadaki unutulmaz rollerine de değinmek istedim. 1970’lerder itibaren sadece 6 sinema filmi. Ama ne filmler!.. Ali Özgentürk’ün At, Zeki Ökten’in Faize Hücüm, Erden Kıral’ın Hakkari’de Bir Mevsim, Fehmi Yaşar’ın –tek filmi olan- Camdan Kalp... Sonraları bir Ben Hopkins, bir de Çağan Irmak filmi. Ayrıca da Bir Delinin Hatıra Defteri, Keşanlı Ali Destanı gibi ünlü oyunlarının TV filmleri. Kimileri benim 100 Yılın 100 Türk Filmi kitabıma girmiş filmler. Ve hemen hepsi de ona festivallerde ödül getirmiş olan...
Genco Erkal’a üstelik 2016’dan kalma iki eskimiş tweet nedeniyle 4 yıl 8 ay hapis isteyen savcı kimdir, bilmiyorum. Ama bu tür insanların adı hukuk ve adalet olan bir sistemin içinde var olması büyük bir talihsizlik. Bu ülke bu kadarını hakketmiyor. Ve bu büyük adaletsizlikler, hangi partiden, hangi görüşten olurlarsa olsun, vicdan sahibi herkesi tedirgin ediyor.
Ve sanatçı şöyle diyor: “Paylaşımlarımda hakaret yoktur. Hiçbir zaman da olmadı. İddianame kabul edilirse, mahkemede sadece kendimi değil, başta Cumhuriyet’in temel değerleri olmak üzere doğayı, demokrasiyi, insan özgürlüğünü savunacağım. Bana bu fırsatı verdikleri için teşekkür ediyorum.” İşte has bir sanatçıya son derece yakışan, cesur ve onurlu sözler...
Eskiler olsa “İnşallah başlarına Genco kadar taş düşsün!” derlerdi. Ben de öyle mi yapsam? Aklımdan çok daha ağır şeyler söylemek geçse de!.. Ne diyeyim, umarım şu garabet dünyada herkes layığını bulur...
2021
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.." |