Hep dedik ve diyoruz ya... Şu AKP iktidarı, artık bu ülkeyi yönetemeyecek, bu belli oldu. Ve eninde sonunda çekip gidecek. Hergün, her fırsatta ve diktatörlüğe doğru atılan her adımda, biryerlerde birşeyler oluyor. Ve ülkenin gerçek sahibi olan, genç ya da yaşlı, sağdan veya soldan, ama vicdanlı ve yurtsever olmakta birleşen insanlar, en yürekli biçimde kendisini sokaklara atıyor. Sokağa tümüyle hâkim olmak, bir çığ gibi, bir okyanus dalgası gibi büyüyen bu öfkeyi, bu kitlesel protestoları durdurmak ve ülkeyi birzamanlar olduğu gibi sakin ve huzurlu bir hale dönüştürmek mümkün mü? Bu zihniyetle ve bu iktidarla buna imkân var mı?
Olmadığı belli oldu. Eninde sonunda gidecekler. Ama geride onca acının yanısıra yağmalanmış, yeşili, doğası ve tarihiyle talan edilmiş ve doğal dengelerini birdaha kolay düzeltemeyecek bir ülke bırakacaklar.
En son şu Ataköy Sahili rezaletine bakınız. Bunca yağma girişimi arasında en anlamlı, en semptomatik olanlarının başında geliyor. Şimdi göklere çıkarılan TOKİ’nin yerinde birzamanlar yine devletin kurduğu Emlak ve Kredi Bankası (Emlakbank) vardı. İmar ve şehircilik tarihimizdeki yeri yeterince işlenmemiş, kıymeti bilinmemiş bu kurum, İstanbul’dan başlayarak kentlerimizde çağdaş yaşam mesken ve konutlarının en iyi örneklerini vermişti. Daha 1960’larda diyelim ki Levent, 4. Levent, Ataköy gibi yerlerde yapılan konutlar, ülkede modern şehirciliğin tohumlarını attılar. Aşırı bir hırstan uzak, Batı kentlerini örnek almış, bilimsel ve estetik temelleri sağlam biçimde...
Sonra ne oldu? Ak Parti iktadarıyla birlikte başlatılan imar hamlesi, ekonomiyi neredeyse tümüyle inşaatın üzerine oturtma ve her karış alanı betona açma zihniyeti, kentlerimizi hepsi bir örnek yüksek yapılarla donatır ve gerçekten çağdaş, doğayla uyumlu ve sağlıklı bir yaşam imkânını yok ederken, o bankanın yarattığı semtlere de el attı. 4. Levent’in veya Ataköy’ün yeşilleri göze batar oldu, hepsine imar hakkı verilmeye başlandı. Ve her yeşil alan müstakbel bir parsel, birilerine bir kazanç kapısı olarak görülmeye başlandı.
Ve sıra geldi Ataköy sahiline... O sahil ki, deniz şehri İstanbul’da kalan son doğal plajdı. Ve arkasındaki nüfusu toplam iki milyonu aşıp üç milyona ulaşan Bakırköy- Ataköy için (ki burasını artık ayrı bir şehir olarak düşünmek bile mümkün!), tek denize kavuşma, tek doğayla bütünleşme alanıydı. Gerçi o çirkin Ataköy motelleriyle iyi bir kullanımı zaten yoktu. Ama hele, arkadaki o korkunç şehirleşme ve bir hayalet şehir gibi yükselen gökdelenler ordusuna bakıldığında, bu sahili en doğal haliyle koruyup halka açmanın sadece en iyi değil, tek yol olduğu nasıl görülmezdi, nasıl akıl edilmezdi?
Ama edilmedi. Ve bu sahilde de korkunç yoğunlukta bir inşaatın peşine düşüldü. Tuirizm dendi, otel dendi, halka açılacak geniş bir alandan söz edildi. Ama sonunda anlaşıldı ki, hepsi yalan-dolan. Daha Ocak 2014’de Hürriyet ve Radikal yazdılar: tarihi Baruthane binalarının da bulunduğu bu 80 dönümlük dev arazide, 1 nolu Kültür Varlıkları Konuma Kurulu’ndan izin alınmamış, hatta baş bile vurulmamıştı. Ve 400 bin metre karelik alanda otel, AVM, akaryakıt istasyonu, rezidans ve benzeri fonksiyonlar için 72 metrelik yükseklik saptanmıştı.
Elbette itirazlar başladı. Sağ olsunlar, artık her yörenin sivil örgütlenmeleri, mimar-mühendis odaları, hatta bireysel hukuki çıkışlar var. Ve geçen Mayıs ayı sonunda gazetelere yansıdı: buradaki inşaatlardan Hyatt Regency Oteli’ne ‘kaçak eklemeler’ sebebiyle mühür vurulmuş, Bakırköy Belediyesi, ‘yapı tatil tutanağı’ ile inşaatı mühürlemişti. TOKİ burada çeşitli ihalelerle parselleri ayrı ayrı satmıştı: en akıllı tüccar ve en azgın kapitalist kimliğiyle... Bakırköy Belediyesi ekipleri, 26 Mayıs günü otel inşaatında yaptıkları incelemede projeye sayısız aykırılıklar tespit etmişti.
Ayrıca mahkeme kararı da alındı ve İstanbul 5. İdare Mahkemesi, yüksek katlı inşaatların yapımına izin veren 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planları için bilirkişinin hazırladığı raporu uygun bularak, oybirliği ile yürütmeyi durdurdu. Mahkeme raporunda, bu dev inşaatlarda tam 8 açıdan şehirciliğe ve vatandaş haklarına ters düşen ögeler bulunmuştu. İç kesimlerde yaşayan insanlar olumsuz etkilenecekti, kıyıya yapılacak 10 metrelik yol Kıyı Kanunu’na aykırıydı. Sahil şeridinde yapılacak 70 metrelik binalar ‘duvar etkisi’ yaratacaktı. Otele ise 450 metrekarelik plandışı ek inşaat yapılmıştı, vs. Ve mahkeme, tüm sahilde yapımı süren, herbiri 70 metrelik 25 kulenin yapımını durdurdu. (Evet, tam 25 gökdelen... Hırsı görüyor musunuz?)
Ama bu kadarla da kalmadı. 30 Mayıs günü başta Cumhuriyet kimi gazeteler, bu inşaatın da ‘tapelerini’ yayınladılar. Dönemin bakanı Erdoğan Bayraktar’la TOKİ İstanbul Emlak Dairesi başkanı Aliseydi Karaoğlu arasında geçen konuşmalarda neler neler yoktu!.. Anlaşılan onlar için temel sorun, inşaata planda olmayan ‘rezidans’ların eklenmesiydi. En iyi gelir onlardan geliyordu!...Biri “pek apart ünite yapılamaz görünüyor” derken, öbürü “O 40 metrelik yeşil alanı kabul etmiyorlar” diyor, biri “Herşey turizm tesisi gibi gözükmeli” derken, öbürü şirketteki adamlarının adlarını sayıyordu.
Ve en görkemlisi, bakanın ağzından çıkan şu söz: “Orayı sattık, çuval gibi para aldık onlardan... Şimdi sanki önlerini biz kesiyoruz gibi oluyor”...
Ne incelik, ne kibarlık… Sen hasbelkader oturduğun o makamlarda, yıllar önce Ataköy’ü devlet olarak pazarlayıp satarken alıcılara zımnen verdiğin o söze, binaların arasındaki yeşillerden sahildeki gezinti ve plaj alanına her köşeyi, o devletin yeni sahipleri olarak satışa çıkararak ihanet edeceksin... Ve böylece yüzbinlerce vatandaşının en doğal yaşam hakkına tecavüzde bulunurken, devletin devamlılığı ilkesini de çiğneyeceksin...
Ve de sen, o hak etmediğin ve zaten artık oturmadığın o makamın geçici gücüne dayanarak, amme hakkı, vatandaş saygısı, kamu yararı gibi en güzel ve soylu kavramları unutup, “çuvalla para aldığın” üç-beş sermayeciye selam duracaksın...Hay Allah seni ne yapsın!..