İÇİMDEKİ GÜNEŞ X X X ½ Yönetmen: Claire Denis Fransız filmi |
Kadınları en iyi kim anlatabilir? Elbette yine kadınlar...
Fransız yönetmeni Claire Denis bu filmde Isabelle’in öyküsüne el atıyor. Orta yaş civarında bir ressam...Yoğun bir işi yok, dolayısıyla bol zamanı var. Onu da büyük aşkı değilse de (yaşı gereği bunun bir düş olduğunu biliyor), ilişki kurulacak doğru-dürüst bir erkeği aramakla geçiriyor.
Ama bulamıyor. Orası Fransa gibi kadını yücelten, giderek kadına tapan, her zaman nazik erkeklerle dolu gözüken bir ülke olduğu halde...Karşılaştığı, en azından bize tanıtılan o yarım düzineyi aşkın erkeğin hiçbirini, biz de Juliette Binoche’a, pardon, Isabelle’e yakıştıramıyoruz. Ve bu arayışın belki daha uzun süre devam edeceğini kestirir gibi oluyoruz.
Gösterilen ilişkiler, bilinen dram ve komedi tanımlamalarını ve sınırlarını aşıyor. Ve Denis, bu ilişkilere farklı biçimde yaklaşıyor: yer yer bir belgesel, zaman zaman keskin bir güldürü, çokluk yürek acıtan insan gözlemleri olarak… Her biri çok iyi çizilmiş, kimilerinde hayli ayrıntıya inilmiş, kimilerinde biraz yüzeysel kalmış, ama sonuç olarak hepsi birer karaktere dönüşebilen kişiler. Bazen karikatür düzeyinde kalır gibi olsalar da, bu durum hemen toparlanıyor.
Hepsinin ortasında ve filmin odak noktasında elbette Isabelle var. Yani 53 yaşının tüm olgunluğu içinde, tüm güzelliğini hala koruyarak, gitgide incelmiş ve nüanslar kazanmış oyunculuğuyla kadın olmanın bin bir halini bize geçirerek filme damgasını vurmuş bir Juliette Binoche....
Erkeklerse güçlü olma çabasından açık zavallılığa, zalimlikten anlayışa, çekicilikten iticiliğe, kurtarıcılıktan yok ediciliğe her telden çalan insanlar. Tipik Fransız olmaları aynı zamanda gayet evrensel olmalarını engellemiyor. Ve ortaya inandırıcı, patetik ve kalıcı bir portreler galerisi çıkıyor.
Finalde, anlayışlı psikiyatr rolünde müthiş bir dev adam, yani Gerard Depardieu var. O bu müstesna kadını tanımaya çabalarken kendi komplekslerini dışa vuruyor; ona aşkın yollarını ve özgüvenin önemini anlatırken, aralarında olası bir ilişkiyi bile ima ediyor!...
Sanki pastanın kreması olan bu bölümde, Isabelle/Juliette’in onu kurnaz bir tebessümle, içten içe dalgasını geçerek dinlemesi ise antolojik bir bölüm!... Ve “İşte” dedirtiyor seyirciye, “Eğer bir kadın çok ünlü bir psikiyatrla bile dalgasını böyle geçebiliyorsa...Artık hiçbir şey onu yıkamaz!”...
Fantastik sinema sanki dibe vuruyor!..
ADALET BİRLİĞİ X ½ Yönetmen: Zack Snyder Warner Bros filmi |
Hayır, beklediğiniz gibi uzun bir yazı yazmayacağım: filmin bütçesiyle, görkemiyle, olası seyirci ve gişe rekorlarıyla, gürültülü tanıtım kampanyasıyla ve başka şeyleriyle orantılı olan....
Çünkü bu filmde çok sıkıldım. Ve artık fantastik sinemanın gelip dayandığı bu noktada, bu işlerden soğudum.
Aslında kimse bu türü küçümseyen bir eleştirmen olduğumu söyleyemez. Çocukluğumdan beri bu filmleri sevdim ve bu ‘ciddi’ bir yazar olduğumda da değişmedi. İlk Superman ve Batman’leri nasıl heyecanla karşıladığımı; fantastik, bilim-kurgu ve korku filmi yazılarımı nasıl apayrı bir kitapta topladığımı (Beyazperdede Kırmızı Filmler); 100 Yılın 100 Filmi seçkime kaç bilim-kurgu aldığımı bilenler bilir.
Ama artık işin suyu çıktı. Marvel veya DC, Disney veya Warner Bros, fark etmiyor. Bir üstün-adam, iki üstün-adam yetmiyor. İlla da yarım düzinesini bir araya toplayacaklar, özel efektleri üstüste yığacaklar, aksiyonu baş atraksiyon yapıp hızından izlenemez hale getirecekler!...
Bu filmde de Superman’in (Allah korusun!) vefatından sonra (ki öyle olmadığı sonradan anlaşılıyor!) Bruce Wayne/ Batman, Diana Prince/ Wonder Woman, Barry Allen/ Flash, Arthur Curry/ Aquaman, Victor Stone/ Cyborg biraraya geliyorlar. Ve dünyayı ‘kötülerden kurtarmaya’ çabalıyorlar. Sonunda Clark Kent/ Superman’in de katılmasıyla elbette...
Karşımızda öyle bir kıyamet kopuyor ki, sorma gitsin...Daha önce de perdeye gelen üç kahramanın dışında kalanlar adeta merasimle tanıtılıyor. Ama yine de öylesine yüzeysel kalıyorlar ki... İçimizden yaklaşıp “Güzel kızım...Yakışıklı oğlum...Sen kimlerdensin, neyin nesisin?” diye sormak geliyor!....
Hikâye görünürde iki büyük kentte geçiyor: Gotham (New York anlayınız!) ve Metropolis (Paris-Berlin arası bir şey). Kimi zaman kameralar bu dev kentlerin ışıksız köşelerine, çöküntü halindeki eski semtlerine odaklanıyor. Ve oradaki sıradan insanlar gösteriliyor. Ama hemen sonrasında yine gökyüzüne çıkılıyor ve devler savaşı sürüyor.
Filmde bu tür çizgi-romanların bence asıl malzemesi olması gereken mizah duygusu pek yok. Ama yer yer ‘entel’ espriler yapma çabası var. Elbette hikâyenin başlıca kötüsünün Steppenwolf, yani İsviçreli ünlü ve Nobelli yazar Herman Hesse’nin çok tanınmış roman kahramanı olması filmin suçu değil: asıl ‘eserde’ de öyleymiş.
Ama ya gencecik ‘super-hero’ Barry Allen/ Flash, o ‘normal’ sokaklardan birinde rastladığı ürkmüş iki küçük çocuğu yatıştırmak için yaptığı konuşmayı, durup dururken hangi sözcükle bitiriyor dersiniz? Bir isim bu: Dostoyevski...Eğer bunu da gerçekten, entel veya değil, bir espri sayıyorsanız...O zaman hiç tartışmayalım!....
Ben Affleck ve Henry Cavill, Batman ve Superman (2016) filmindeki gibi ayni rolleri yükleniyorlar. Ama Affleck de sanki bir isteksizlik mi seziliyor? Umarım oynayacağı yeni Batman’de daha gönüllü gözükür!...
Wonder Woman’da Gal Gadot yine malı götürüyor. Öylesine enerjik ve çekici ki... Flash’da Ezra Miller en ‘vaadkar’ genç oyuncu...Amy Adams harcanıyor, Jeremy Irons gibi dev bir actor, arada bir gözüküp bir robot edasıyla bir cümle söylüyor, sonra kayboluyor. Ne ayıp!...
Diane Lane, Connie Nielsen, Amber Heard da öyle. En büyük haksızlıksa J. K. Simmons’a yapılmış. Hepsi için ne yazık!....