Atilla Dorsay

29 Nisan 2016

Brooklyn: İki ülke ve iki erkek arasında bir kadın

Baskın Günü: Fransız polisi de nasıl yozlaşmış, biz görmeyeli!..

BROOKLYN         X  X  X  X

Yönetmen: John Crowley
Senaryo: Nick Hornby
Görüntü: Yves Belanger
Müzik: Michael Brook
Oyuncular: Saoirse Ronan, Emory Cohen, Domnhall Gleeson, Eileen O’Higgins, Julie Walters, Emily Bett Rickers, Jim Broadbent, Fiona Gascott, Jane Brennan, Samantha Munro
İngiliz filmi.

   

 

   Geçen yılın Oscarlarında konuşulan filmlerden biri olan Brooklyn biraz rötarla karşımıza geliyor. Ve doğrusu gerçek bir sürpriz oluşturuyor. Hem de en iyi anlamda…

   İrlandalıların ABD’ye göçü iyi bilinir. Özellikle sinema meraklılarınca… Çünkü bu göç geçen yüzyıl başlarından itibaren çok sayıda insanı Amerika’ya atmıştır. Üstelik gelenler zaman içinde hem bizzat Amerikan kültür hayatına katılmışlar, hem de roman ve filmlere konu olmuşlardır.

     Nitekim filmde afişleri görülen iki filmden biri olan The Quiet Man- Kadın Satılmaz, John Ford ustanın 1952’deki ünlü İrlanda westernidir, işin içine giren has güldürü ögeleri ve John Wayne- Maureen O’Hara ikilisinin eşsiz oyunlarıyla… (Diğer filmse yine 1952’den gelen ünlü Singin’ in the Rain- Yağmur Altında müzikaliydi)

   Demek ki olaylar 1950’lerin başında geçiyor. İrlanda taşrasında genç bir kız, içine dönük ve utangaç Eilis, New York’a göç etmiş papaz Flood’un desteğiyle ABD’ye gidiyor ve ünlü göçmen mahallesi Brooklyn’de iş bulup çalışmaya başlıyor.

    Akıllı ve yetenekli bir kız olan Eilis bir büyük mağazada çalışırken, akşamları da muhasebecilik kurslarına gidiyor. Bu arada tanıştığı İtalyan genci Tony, sempatikliği ve girişkenliğiyle onun buzlarını çözüyor ve bir ilişki başlıyor.

   Ama aklı fikri memleketinde olan Eilis, zaten yitirdiği babasının ardından kızkardeşi Rose da ölünce büyük üzüntüye kapılıyor. Ve annesinin yanına dönmek zorunda kalıyor. Vatanında onu bekleyen, artık tesellisi zor bir anne, eski içine kapalılığı yaşayan sıkıcı bir toplum ve de yepyeni bir erkektir: Tutunacak bir dal arayan hali-vakti yerinde Jim.

    Eilis ülkesinde kalmayı mı seçecek, yoksa bir kez daha Yeni Dünya’nın yolunu mu tutacaktır?

   Bu görünürde son derece alçakgönüllü, ama sempatik film, bizi en içten biçimde etkiliyor. En azından benim için öyle oldu. Çünkü bir yandan göç gibi insanlık tarihinde -ve de günümüzde- hep önemli olmuş bir olaya ilginç bir bakış getiriyor. Ve de iki vatan ve iki kültür arasında çaresiz kalmış insanların durumunu işliyor.

   Öte yandan, zor bir aşk üçgeni bu… Çünkü Eilis ikisi de hoş, ikisi de kendine göre çekici iki erkek arasında kalıyor. Ve onlarla ilişkileri, fondaki iki ülke arasında kalmışlığın vitrini olup çıkıyor. Hem de gayet başarılı biçimde…

  Bu iyi yazılıp oynanmış film, sadeliği ve içtenliğiyle gelip yüreğimize yerleşiyor. Ve birçok gösterişli filmden daha çok sevgi ve saygımızı kazanıyor.

    Oyuncu kadrosu ise bir şölen. Hangi birini saymalı? Harika bir kompozisyon çizen Saoirse Ronan’dan İtalyan Tony’de genç oyuncu Emory Cohen’e, papaz Flod’da deneyimli Jim Broadbent’ten kızlar pansiyonu sahibesi Mrs Kehoe’de yine yaşlı usta Julie Walters’a… Ve de istisnasız tüm yan rollere herkes, o klasik İngiliz oyun geleneğinin parlak örneklerini veriyor.

   Birçok adaylığına karşın (yalnız Saoirse Ronan toplam 51 adaylık almış!) ödüllere pek erişemeyen film (çok iyi bir yıldı!), İngiliz yönetmeni John Crowley’i ön plana getiriyor. Ve görülmeyi hak ediyor. 
 

Fransız polisi de nasıl yozlaşmış,
biz görmeyeli!..

BASKIN GÜNÜ          X  X  X
(Bastille Day)
Yönetmen: James Watkins
Senaryo: Andrew Baldwin
Görüntü: Tim Maurice-Johns
Müzik: Alex Heffes
Oyuncular: İdris Elba, Michael Madden, Kelly Reilly, Charlotte Le Bon, Alexander Cooper, Karl Farrrer, Anatol Yusef, Eric Ebouaney, Jose Garcia, Tony Paul West
ABD-Fransa ortak yapımı

   

  Tümüyle Paris’te çekilmiş bir film görmek ne hoş!.. Ebedi Şehir’in hep öyle, olduğu gibi kaldığını, ne genel görünümünün, ne de tüm o güzellik ve zenginliklerinin hiç değişmediğini görmek… Çok geniş bir panoramik çekim bile, bir-iki örneğin dışında, bırakınız gökdeleni, yüksek bir yapı bile içermiyor.

   Neyse… Bunun filme sempatimizi arttırdığını belirtmek için bir giriş olarak yazdım. Film yolları Paris’te kesişen bir grup Amerikalı ve Fransızın hikayesi. Sevdiği adamın kendisini tehlikeli bir iş için (resmi bir binaya çanta içinde bomba koymak) kullandığını fark etmeyecek kadar aşktan gözü dönmüş Zoe, bunu beceremez ve çanta usta yankesici Michael Mason tarafından çalınır. Sonra da kentin göbeğinde patlayıp dört can alır.

   Polis olayın peşine düşer. Ama polisin içinde zaten bu bomba olayını tetikleyip anarşi yaratmak ve o kıyamette ulusal bankayı soyup tüymek isteyen oldukça büyük bir grup olduğu ortaya çıkmaz mı? Ve işin peşine siyahi, gözüpek CIA ajanı Sean Briar da düşer.

   Ve tüm bu kişiler, son zamanlarda terör ve kargaşayla da anılmaya başlayan Paris’te, bir yandan CIA’in ‘Fransız örgütlerini ürkütmeden’ çalışması, öte yandan sokaktaki adamın isyanı ve ayrıca tüm suçları Müslümanlara atmak isteyen bir entrika ortamında tam bir  kaçıp kovalamaca yaşarlar.

   Aslında bu türün Fransız şubesi, eline çabuk Pierre Morel tarafından yönetilecekken, Eden Lake- Kan Gölü,  Woman in Black- Siyahlı Kadın filmlerinin İngiliz yönetmeni James Watkins’in eline düşen film, işin aksiyon ve tempo yanını gayet iyi çözümlüyor. Hem böylesine oyalanıp hem de görkemli bir Paris turu yapmayı kim istemez?

   Aksiyonun yanısıra oyuncular da iyi. Yakında yeni James Bond olacağı söylenip duran İdris Elba’dan yeni bir sempatik jön karakteri yaratan Richard Madden’e, güzel ve yetenekli Charlotte Le Bon’dan tüm o zengin Fransız karakter oyuncuları kadrosuna, herkes işini iyi yapıyor.

   İşin derinindeyse, artık paranoyak boyutlara ulaşan uluslararası entrikalar, kaygı verici bir İslamofobi, sokağa dökülmeye ve sisteme isyana hazır kitleler gibi olgular yatıyor.

    Ama en ilginci, belki de Fransızların kendi polislerini böylesine hedef alan bir film yapmaları. Hollywood, malum, bunu yıllardır yapmıştır-yapar, hem filmlerde, hem de TV dizilerinde…

   Ama doğrusu Fransız polisini, hem de en yüksek düzeye kadar tırmanan biçimde böylesine suçlayan bir komplo teorisini pek görmemiştik!..

    Demek ki zaman değişti ve dünyanın gidişatı, o gururlu Fransızları bile kendilerine eleştirel bir bakış atmaya  yöneltti!..


YARIN: Yeni Ahit ve Özel Bir Gün