Atilla Dorsay

08 Mart 2014

Bir zamanlar eski Yunan'da

300 İspartalı’dan sekiz yıl sonra o döneme dönüş filmini bu kez sadece yazmış, yönetmenliğiyse genç meslekdaşı Noam Murro’ya bırakmış.

300- BİR İMPARATORLUĞUN YÜKSELİŞİ  

(300: Rise of an Empire)

 

Yönetmen: Noam Murro

Senaryo: Zack Snyder, Kurt Johnstad

Görüntü: Simon Duggan

Müzik: Junkie XL

Oyuncular: Sullivan Stapleton, Eva Green, Lena Headey, Hans Matheson, Callan Mulvey, David Wenham, Rodrigo Santoro/ Warner Bros filmi

2004’de Dawn of the Dead- Ölülerin Şafağı adlı korku filmiyle başlayan yönetmenlik serüveninde 300- 300 İspartalı, Watchmen, Sucker Punch, Man of Steel- Çelik Adam gibi filmlerle aksiyon sinemasının yeni kıralı olarak tanınan Zack Snyder, ayni zamanda özellikle 300 filmiyle antik çağa ve eski Yunan mitolojisine dönüşün de önderlerinden olmuştu. 300 İspartalı’dan sekiz yıl sonra o döneme dönüş filmini bu kez sadece yazmış, yönetmenliğiyse genç meslekdaşı Noam Murro’ya bırakmış.

Film ünlü grafik ve çizgi-roman sanatçısı, daha önce de birkaç filme kaynaklık etmiş olan Frank Miller’in kişilerinden ve dünyasından yararlanıyor. Antik çağda Yunan ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmış olan dönemin güçlü Pers imparatorluğu, bu kez yakışıklı bir genç silahşörken özel işlemlerle (!) ölümsüzleştirilmiş olan tanrı-kıral Xerxes’in yönetiminde, yeniden Yunan adalarına saldırıyor. Karşısında bölünmüş bir uygarlık vardır: kendi savaşlarını vermek isteyen başınabuyruk İspartalılar. Ve tüm şehir-devletleri düşmana karşı birleştirmeye çalışan Atina ile onun genç kıralı general Temistokles. Bu kez bir deniz savaşı biçiminde oluşan mücadelede kadınlar da rol oynayacaktır: Xerxes’in başyardımcısı, Yunan kökenli, ama anatavanına düşman kesilmiş Artemisia. Ve İsparta’nın gururlu kıraliçesi Gorgo.

Film daha çok küçük yaştakiler için bir tarihsel masal olarak tasarlanmış. Ancak ayni küçüklere göre aşırı kan ve şiddet içerdiğini de söylemek gerekir. Ustalıklı bir özel efekt yağmuru, çizgi-roman niteliklerini perdeye taşıyor. Ancak buna sinemanın öz imkanları da eklenmiş: sık sık yavaşlatılan, yer yer de tümüyle duran görüntülerle...Giderek yoruculaşan bu yöntem, sanki masal havasına da hizmet ediyor. Ayrıca tüm savaş, özellikle gemi savaşı bölümlerinin hayli sürükleyici olduğu da söylenmeli.

Belki en ilginci, başta Temistoteles Yunanlıların dilinden düşmeyen demokrasi sözcüğü. Onlar hep demokrasi kavramının yaratıcısı olarak övünürler ya (elbette haklı olarak!). Bu kez bunu iyice gözümüze ve kulağımıza sokmuşlar. Sanki filmin ardında Yunan tanıtım örgütü var!...

Ama haklarını yemeyelim: onların daha M.Ö. yaratıp öylesine önem verdikleri şu demokrasiyi, biz 20 küsur yüzyıl sonra hala kurmaya çabalıyor değil miyiz?

Yunan tarafı kadar Pers (İran) tarafına da eğilen ve eski çağın bu iki büyük uygarlığını karşıkarşıya getiren film, bu açıdan özgün sayılabilir. Ama dediğim gibi, daha çok küçükler ve çok gençler için. Oyunculardan baş rolü (Temistoteles) yüklenen yeni yüz Sullivan Stapleton’u tutmadım. Özellikle sesi yetersiz. Xerxes’de ise Rodrigo Santoro ilginç bir kompozisyon çiziyor.

İki şahane kadının, Eva Green ve Lena Headey’in stilize oyunlarının yanısıra, sayısız genç ve çıplak erkek bedeni hanımlara baş döndürmesi yaşatabilir!...

SINIRSIZLAR KULÜBÜ ÜZERİNE

Bu film üzerine dün yazdığım yazıya karşı birçok tweet’in yanısıra, bir de mail geldi. Emre Adıyaman imzalı mail’i ilginç bulduğum için duyuruyorum. Filme değişik bir açıdan bakıyor çünkü:

 “Dallas Buyers Club filmine istinaden oluşturduğunuz yazıya dair bir noktaya değinmek istedim. Seyrettiğiniz üzere, filmde AIDS olan hastaların tedavisi için hükümet tarafından AZT (tedavi görenleri zehirleyen hap) kullanımının yaygınlaştırılması, bu hastalığa tutulmuş kimselerin (büyük çoğunluğu eşcinsellerden, sürekli korunmadan ilişkiye girenlerden ve hap, uyuşturucu, eroin v.b. madde kullanıcılardan oluşur) deyim yerindeyse imhasına sebebiyet vermiştir. O halde, hükümetin bu bilinçli eylemini bir “aykırıkırım” olarak nitelemek mümkün değil midir? Homofobi sorunu. Yani Hıristiyan geleneğinin ve Amerikan kültürünün onamadığı davranışların müptelası kimseleri cezalandıran konumda değil midir, Amerikan hükümeti? Gerçekte de öyle değil midir?

Filmi bu taraftan da seyretme imkânımızın bulunması, filmi “başarı öyküsü”ne, “neredeyse şen şakrak”lığa indirgeyen sizin görüşlerinizle çelişmiyor mu?

                                                                                      Saygılarımla”

 

Okurumun görüşleri sanki bir bilim (tıp) adamından geliyor. Haklı olduğu noktalar var kuşkusuz...Onun için okurlara ulaştırmak istedim.

Ama ben, sinema yazarı olarak, AİDS denince şimdiye dek yapılan o çok daha içten, acılı ve hüzünlü filmleri hatırlamaya devam edeceğim. Aralarında bizzat AİDS olan, hatta filmlerinden bir süre sonra ölen Derek Jarman, Cyril Collard gibi sanatçıların eserleri de bulunan: Longtime Companion- Hayat Arkadaşı/ Norman Rene (1990), Savage Nights- Vahşi Geceler/ Cyril Collard (1992), Amazing Grace- Amos Guttman (1992), Blue- Derek Jarman (1993), Philadelphia- Jonathan Demme (1993), And the Band Played On- Ve Orkestra Çalıyordu/ Roger Spottiswoode (1994), vs. Görüldüğü gibi, acının daha taze olduğu yıllarda yapılmış, en iyi filmler...