ASFALTIN KRALLARI X X X ½ (Ford V Ferrari) Yönetmen: James Mangold Fox filmi. |
İşte birçok seyirci için 'yılın filmi'. Özellikle de erkekler için... Hele -en çok ABD'de olmak üzere- birçok kişi için erkek ve arabası ilişkisinin, erkek-kadın ilişkisine en büyük rakip olarak görüldüğü düşünülürse!..
Evet, arabalar. Eski deyimiyle otomobiller. Bu tipik Amerikan keşfi ve bu parlak erkek oyuncağı, 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri oldu. Gündelik yaşamdan büyük yarışlara, savaştan sanayiye en görkemli yatırımların ve en hırslı rekabetlerin de nesnesi. Ve sinemanın da sık sık eğildiği bir konu.
Bu kez yapılagelmiş en iddialı filmlerden biriyle karşı karşıyayız. Yine gerçek olaylara dayanan, ama Hollywood'un kendine özgü becerisiyle en cilalı biçimde parlattığı bir film. Karşımızdakinin bir sinema olayından çok bir spor olayı izlenimi vermesi boşuna değil!..
1960'larda açılan film karşımıza ABD'deki Ford, Chevrolet, Oldsmobile gibi büyük markaları ve onların Avrupa'daki sayılı rakiplerini getiriyor: İtalya'dan Ferrari, Almanya'dan Porsche gibi... Ve onları ilk kez Amerika'daki yerel yarışmalarda izliyoruz. En önemlisi Willow Springs yarışı olan...
Bu arada özellikle Ford firmasını ve onun yöneticilerini (filmde dendiği gibi 'takım elbiseli adamları'nı) tanıyoruz. Başlarında markanın kurucusu efsanevi Henry Ford'un torunu olan Henry Ford II bulunan...
Ama asıl kahramanlarımız başkadır. Onlardan biri müthiş bir şoför olsa da sağlık sorunlarıyla 'designer', yani model tasarlayıcı olmaya kayan Carroll Shelby'dir. (Uzun zamandır izlemediğimiz Matt Damon). Diğeriyse motor uzmanı olduğu kadar eşsiz bir yarışçı da olan Ken Miles'dır. (Formda bir Christian Bale).
Ve araba yarışlarının dünya çapındaki asıl merkezi olan Fransa'nın Le Mans yarışları, tüm bu iş ve eylem adamlarını bir araya getirir. 14 kilometrelik yer yer belalı bir asfalt üzerinde teknoloji, sermaye, insan gücü ve iradesi buluşur. Ve dünyanın tüm kumarbazlarına da eşsiz bir heyecan sunar.
O yarışlar ve de Le Mans sinemada daha önce de işlenmişti. John Frankehheimer'in Grand Prix-Ölümle Yarışanlar, Sydney Pollack'ın Bobby Deerfield, Hal Needham'ın Cannonball Run-Yolun Sonu gibi filmleri ya da Death Race-Ölüm Yarışı, The Fast and the Furious-Hızlı ve Öfkeli, animasyon tekniğiyle çekilmiş Cars-Arabalar gibi seriler hatırlanabilir.
Belki en çok hatırlanansa Le Mans-Büyük Yarış filmidir (1971). Yarışı belgesele yakın bir gerçeklikle veren filmde baş rolü Steve McQueen oynuyordu: Sahici bir yarış tutkunu olan ve 1980'de 50 yaşında aramızdan ayrılan unutulmaz oyuncu...
Burada da yarış gerçekten baş döndüren bir ustalıkla anlatılmış. Hele final bölümünde... Belgesel/belgeci bir tavırla çağdaş teknolojinin buluşması parmak ısırtıyor. Ve bir dönemin usta yönetmeni, 1995'ten itibaren Heavy-Şişman, Cop Land-Güçlüler Bölgesi, Girl İnterrupted, İdentity-Kimlik, Walk The Line-Sınırları Aşmak, 3 10 Yuma Treni, Wolverine, Logan gibi birbirinden ilginç filmler imzalamış olan 1963 doğumlu James Mangold'u yeniden günışığına getiriyor.
Ama hikayede aksiyonun gerisindekiler de önemli. Özellikle araba sanayii üzerine, en çok da Ford üzerine söyledikleri. Dev şirketin örneğin ikinci büyük savaşa katkısı: Askeri uçakların beşte üçünü üretmiş!... Ama artık piste hiç inmemiş, sürekli sakız çiğneyen, hepsi sadece kendi pozisyonunu korumaya çalışan bir kravatlılar kadrosunca yönetiliyor. Ve Ford Mustang bile ne yapsa Ferrari'nin gerisinde kalıyor. Zaten filmin adı da bu rekabete işaret ediyor.
Ve bizler film boyunca, kahraman yarışçılar kadar patronları da tanıyoruz. Böylece Ken Miles yarışın ne menem bir şey olduğunu anlatmak için Henry Ford'u zorla arabaya alıp piste fırladığında adam hüngür hüngür ağlamaya başlayınca... Bizim de ağlayasımız geliyor. Aynı biçimde, Enzo Ferrari sonunda kaybedince, ona bile üzülüyoruz!.. Ve tüm bu yan karakterler de dikkatle seçilmiş, gayet iyi de oynamışlar.
Ama her şeye karşın ön planda iki temel kişi var. Aksiyonla iç içe oldukları için... Carroll Shelby'de Matt Damon biraz patates suratlı olmuş, ama iyi oyunculuğunu koruyor.
Ken Miles'da ise Christian Bale daha göz dolduruyor. Öncellikle kişiliği daha sağlam olduğu için... O savaşta Normandiya çıkarmasına tankla katılmış bir efsane-kişilik. Kendisine tapan karısı ve oğluna karşın, o sanki arabalara, en çok da motora müthiş bir tutkuyla bağlı.
“Arabalara nazik davranmak gerek” sözüyle onları okşarken, sanki bir aşkı yaşıyor!... Bu öge, filmin sanırım en güçlü, en özgün yanı. Ve o bu karaktere can verirken, biraz da yüzüne bir maske takmış gibi duruyor.
Başta zaten söylemiştim: Bu belki bir sinema başyapıtı değil. Ama bir spor filmi zirvesi olduğu kesin...
Yarın: KRALİÇE LEAR