YOL KENARI X X X Yönetim ve senaryo: Tayfun Pirselimoğlu Mitra Filmcilik yapımı. |
Kendine özgü sinemasıyla dünyamızda aykırı ve özgün bir yıldız gibi parlayan, ama yine bir yıldız gibi hep biraz uzaklarda duran Tayfun Pirselimoğlu, bu kez sanki çağdaşı Semih Kaplanoğlu gibi bilim-kurgunun peşine takılıyor. Ve yine onun son filmi Buğday gibi belli ölçüde felsefi, dinsel ve mistik ögelerle dolu, ama hayli yabancılaştırıcı bir öykü sunuyor.
Sanki Boğaz’ın Karadeniz’e açıldığı yöre gibi duran, dolayısıyla çok yadırgatıcı olmayan bir doğa parçası. Uzun bir mendirek, bir deniz feneri, yıkık-dökük yapılar. Sakin ve hüzünlü bir köy. Ve sıradan, sıkıntılı, tekdüze bir yaşam.
Uzaklarda zaman zaman duran bir gemi. Ve hepsi erkek bir küçük kalabalığın onları uzaktan seyretmesi. Sanki olup biteni kavramaya çalışan bir tür İhtiyarlar Heyeti gibi!...Kimisi kravat, hatta papyon takmış olan...(Bu vb. ögeler, sanki filmin yerliliğini silip yerine evrensel bir atmosfer getiriyor).
Ve dışardan yeni gelmiş asıl kahramanımız. Bir otelin temizliğini ve garsonluğunu yüklenmiş....Ciğerleri hasta, sık sık öksürüyor. Ve biri ona “üzülme, benim de dalağım hasta!” diyor.
Muayene için gittiği klinikte bir hemşireyle tanışıyor. Soğuk, giderek ürkünç bir kadın. Erkeği irkilten, ama giderek kalbine giren....Sanki bir ölüm meleği.
Bu arada birbiri ardına garip şeyler olmaktadır. Işıklar söner , elektrik kesilir. TV zaten sürekli bozuk görüntü vermektedir. Sık sık hava kararır, şimşekler çakar. Ve sanki gökyüzünden gelen garip, iniltiyi andıran sesler ortalığa yayılır.
Kahramanımız ayrıca yine dışardan gelen birinin gözlerinin önünde öldürülmesine tanık olur. Ama cinayet bu yörede giderek artacak, evlerinde sakin oturan çiftler bile birbirini öldürmeye başlayacaktır. Daha doğrusu, kocalar karılarını...Ne de olsa burası Türkiye’dir!...
Birden uzaktan tümüyle tutuşmuş yanan biri koşarak geçer. Çünkü bir de piromanı, yani ‘yangın çıkarıcısı’ vardır, bu talihsiz köyün...
Ama tüm bunlara karşı birşey yapılmaz. Sadece konuşulur: “Herşeyin sonu geldi galiba”, “ Bunlar ne zaman bitecek?”...Ya da şöyle yargılar dile getirilir: “Hayat onu sürdürmek için gerekli zahmete değer mi?"
Evet, bu bir distopyadır. İçine bir parça siyaset katılmış: Başkan’ın beklenen ziyareti nedeniyle konan “Devlet: Millet” pankardı gibi. Ama asıl dert başkadır: Geldiler: Onlar Aramızda panosunun simgelediği, o Mahşer günüdür. Bu artık her şeyin sonudur, yaklaşan Kıyamet’tir. Ve yapılacak pek az şey vardır.
Ayrıca geniş oyuncu kadrosu da görülmeye.değer. Ön plana çıkanlar başroldeki Tansu Biçer; ayrıca Rıza Akın, hemşiredeki Nalan Kuruçim olmak üzere... Bana Anouk Aimee’yi hatırlatan Selena Yavuz’u da beğendim.
Film kuşkusuz türün kimi temel taşlarını da hatırlatıyor. Arka Pencere’de sevgili Müjde Işıl’ın dediği gibi, George Orwell’in 1984 veya Ray Bradury’nin Fahrenheit 451 romanlarını ve bunlardan yapılmış filmleri de...İkincisi özellikle bu filmdeki ‘kitap yakma’ sahnesiyle akla geliyor.
Yine de film türünün zirvelerinden biri olmayacak sanırım. Bunun için fazla uzun, aşırı muğlak ve hayli dağıınık duruyor. Kolay kolay ne zihinlerimize, ne de yüreğimize yerleşebiliyor.
Ve sinemanın oldukça kalabalık olan karamsar gelecek öngörüleri ve kötümser distopyaları arasında, seyredilip unutulma riski taşıyor.
Yine de özellikle yönetmenin hayranları ve ayrıca şu ticari film furyası içinde değişik, özgün Türk filmi arayanlar için görülmeye değer.
Yarın: HAN SOLO: BİR STAR WARS HİKAYESİ
Not: Haftanın bir diğer ilginç Türk filmi HÜRKUŞ: GÖKLERDEKİ KAHRAMAN yazısı ortakoltuk.com sitesinde.