SİBEL
|
2017 Ocak ayında Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş, “Yüzyıllardır Doğu Karadeniz’de ‘kuş dili’ olarak da bilinen ıslık dilinin UNESCO Acil Koruma Gerektiren Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne alındığını” bildirmiş ve ‘hayırlı olsun’ demişti.
Özellikle Giresun’un Kuşköy’ünde yaygın olan bir gelenek, böylece dünya kültürünün dikkatini ilk kez çekmiş oluyordu. Doğrusu İzmir’de geçen çocukluğunda da ‘kuşdili’ tabirini duymuş ve arkadaşlarıyla ıslık değilse de sözcükleri hafif deforme edip kullanmayı oyunlaştırmış biri (yani bendeniz!) için, bu çok hoş bir haber olmuştu.
Şimdi bu olay bir filmde karşımıza geliyor. Karadeniz yöresinin o bitmeyen ve insanı sürekli şaşırtan kendine özgü insani, kültürel, mimari tuhaflıklarından bir diğeri olarak!..
Evet, bunlar ıslık çalmayı başlı başına bir iletişim aracı, neredeyse bir dil haline getirmiş bir yöre halkı. Ama Sibel’in konumu farklı. O beş yaşında bir ateşli hastalık geçirip konuşamaz olmuş ve böylece ıslık dili onun tek iletişim aracı haline gelmiş.
Sibel artık yetişkin bir genç kızdır. Annesi kim bilir ne zaman çekip gitmiştir (Artık hangi anlamda gitmişse...) Biraz da hayatın acılaştırdığı haşin babasından kaçmak için, Sibel tüm vaktini doğanın içinde geçirir. Köylü kadınlarla birlikte tarlada hasada gider, doğayı her şeyiyle keşfeder ve omuzundan bırakmadığı tüfeğiyle bir şey arar: Etrafta var olduğu söylenen bir kara kurdu. Onu bulup öldürmek artık tek tutkusu olmuştur.
Ama o kurt bir türlü ortaya çıkmaz. Onun yerine bir insan (erkek) kurt çıkar: Birden ona saldıran, ama genç kızın ani savunusuyla yaralanıp bayılan bir genç adam. Bir asker kaçağı, hatta terörist!... Aralarında garip bir ilişki başlar; kurbanın erkek olduğu. Çünkü onun yerini bilen ve yaralarını tedavi edebilecek tek kişi Sibel’dir. Ali giderek iyileştikçe, aralarında acımadan cinselliğe, korkudan hayranlığa, sevgiden nefrete dönüşebilen bir ilişki başlar. Ama o ortamda böyle bir ilişki ne zordur!..
Çünkü o ortam taşradır. Ve bizler sinemada sayısız filmden, hangi ülkede olursa olsun, taşranın ne denli tehlikeli, giderek uğursuz olduğunu öğrenmişizdir. En son Van Gogh’un hayatını anlatan Sonsuzluğun Kapısı filmindeki Fransız taşrasını bir düşünün!..
Böylece Sibel başta ailesi (baba ve hiç de dost sayılmayacak kız kardeşi) kadınlı-erkekli tüm köylülerin o düşman ve acımasız dünyasında, bu maceraya bir çıkış arayacaktır.
Yazar-yönetmeni Türk-Fransız Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti çifti tarafından şaşılacak kadar ustalıkla anlatılmış, olgun ve feminist bir film. İnsanın doğa kadar kendi halkının da nasıl esiri olabileceğini gösteren; iletişimin önemini gündeme getirdiği kadar, kadın haklarının da savunusunu yapan kendine özgü bir yapım. O panteist ağırlıklı yaşam tarzı içinde bir yandan yumuşarken, öte yandan sivrileşen ilişkiler.
Ve özellikle finale doğru birbirinden unutulmaz sahneler. Sibel’in sessiz çığlığı; Ali’yı uzaktan çıplak yıkanırken izlemesi; babanın birden kuş diliyle kızını savunması; Narin kadının Sibel’e Ali’in akıbetini duyurması. Ve elbette final sahnesi.
Oyuncu kadrosu rüya gibi. Damla Sönmez hiç konuşmadan, sadece ıslık çalarak (!) rolünü baştan sona inançla canlandırıyor. Erkan Kolçak Köstendil son derece inandırıcı. Meral Çetinkaya yine kusursuz. Emin Gürsoy, Elit İşcan ve tüm çevre halkı görevlerini gayet iyi yerine getirmiş.
Filmin bu denli dünyayı dolaşıp ödüller toplamasına şaşmamalı. Mart’tan itibaren Fransa’da dağıtıma çıkacağını da duyurayım. Ve elbette anladınız: Bence mutlaka izleyin. Özellikle siz, hanımlar!..
Yarın: OSCAR VE BEKLENTİLER