Atilla Dorsay

25 Nisan 2014

Bir büyük yazarın ardından; Marquez ve sinema

Tam adıyla Gabriel José de la Conciliación García Márquez, 17 Nisan 2014’de, 87 yaşında öldü. Çağın en büyük yazarlarından biri, yaşayan bir efsaneydi.

Tam adıyla Gabriel José de la Conciliación García Márquez, 17 Nisan 2014’de, 87 yaşında öldü. Çağın en büyük yazarlarından biri, yaşayan bir efsaneydi.

Bizim basında da arkasından hayli yazı çıktı. Görebildiğim kadarı, hepsi de övücü olan... Bir kişi dışında: Haşmet Babaoğlu, onun “yarattığı ‘büyülü gerçeklik’e kendisinin bile inanmadığını’ söyleyerek yazarı eleştirdi. İlginç bir yaklaşım!..

Marquez, kim ne derse desin, büyük bir sanatçıydı. Kolombiya’lı sanatçı, bu küçük ülkenin sınırlarını aşarak tüm Latin Amerika’nın ortak dilini yarattı. Etrafında gözlemlediği gerçekleri, halkının ve o halkların sefalet ve yüceliğini yaratan tüm unsurları, o bitmeyen devrimleri, tükenmeyen baskı ve diktatörlükleri, efsanelerden süzülüp gelmiş inançların insan hayatları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerini anlattı. Gerçeklikle masal, gözlemle anı, akılla yürek arasında gidip gelen, bir okunduğunda bir daha unutulmayan insan hikâyeleri.

Sinema onu sevdi, o da sinemayı. Daha 1968 yılında 4 contra El Crimen- Cinayete Karşı Dört Kişi senaryosuyla başlayıp 2011’de Memoria de Mis Putas Tristes- Benim Hüzünlü Orospularım filmine dek süregelen uzun soluklu bir ilişki. İçinde ondan yapılan uyarlamalar, ondan yapılan ve senaryosunu bizzat yaptığı uyarlamalar, TV filmleri, TV serileri, kısa filmler, dört oyunculuk, bir yönetmenlik, kendisi olarak gözüktüğü 13 belgesel çalışma vb. olan ve toplam 40’a yaklaşan bir görsellik çabası.

Ne var ki bunca çabaya rağmen, Marquez’in sinemada ününe ve dehasına yakışır filmlere kavuştuğu kolay kolay söylenemez. Bu aslında tüm gerçekten büyük yazarların kaderidir: dilleri öylesine zengin ve özel, eserleri öylesine görkemlidir ki, yazıdan bir başka sanatsal forma (tiyatro, film, müzik) aktarılmaları neredeyse olanaksızdır. Ve ayni kader Marquez için de gerçekleşmiştir.

Aralarındın fışkıran en iyileri hangileridir, herşeye karşın ona en yakışacak filmler nelerdir? Öncelikle en ünlü romanları olan Yüzyıllık Yalnızlık, Başkan Babamızın Sonbaharı veya Labiretindeki General’e sinemanın hiç dokunmamayı tercih ettiği söylenmeli. Kuşkusuz akıllıca: çünkü bu dev yapıtları sinemalaştırmak, belki hiçbir yönetmenin haddi değildi.

Buna karşılık, görece olarak ilginç olanları da var. Maria de Mio Corazon- Kalbimin Maria’sı, Meksikalı tanınmış yönetmen Jaime Humberto Hermosillo tarafından filme alınmıştı (1979). Dört yıl sonra Erendira geldi: Portekiz kökenli Brezilyalı Ray Guerra’nın uluslararası bir yapım olan filminde İrene Papas, Michael Lonsdale, Pierre Vaneck gibi ünlü oyuncular vardı.

1984 yılında ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ın bir bölümünden esinlenen bir Japon filmi çekildi. Tanınmış sinemacı Shuji Tereyama imzalı Saraba Hakobune. Ama hiç yankı yapmadı, hemen hiçbir ülkede gösterilmedi.

1987 yılında, en ünlü romanlarından biri olan, bizde (ve birçok ülkede) Kırmızı Pazartesi olarak bilinen Cronaca Di Una Morte Annunciata- Önceden Bilinen Bir Cinayetin Öyküsü geldi. Tanınmış İtalyan sinemacısı, siyasal filmler ustası Francesco Rosi’nin filminde Rupert Everett, Ornella Muti, Gian Maria Volonte, İrene Papas, Lucia Bose, Anthony Delon, Alain Cuny vb. oyunculardan oluşan parlak bir kadro vardı. Buna karşın film ilgi görmedi

Bu filmle ilgili bir anımı anlatmak istiyorum. Film 1987 Cannes şenliğinde Altın Palmiye için yarıştı, ama hiç beğenilmedi. Hatta Liberation gazetesi Cannes tarihine geçen bir başlık attı, filmin adını Chronique d’Une Merde Annoncee- Bilinen Bir Pisliğin Öyküsü’ne çevirdi!...Sivridilli ve gereğinde saygısız Fransız basınının uzanabileceği en uç noktalardan biri!..

O yıl festivalde Zülfü Livaneli de ilk filmi Yer Demir, Gök Bakır’la yarışıyordu. BirYaşar Kemal uyarlaması... Ve o film de sanırım Yaşar Kemal’in büyük ünü hatırına yarışmaya katılmış, Yaşar Kemal de Livaneli’yle birlikte Cannes’a gelmişti. O başlığın atıldığı ve Cannes’da bir mini-kıyamet koptuğu günü hatırlıyorum. Koca yazar çocuk gibi sevinmişti, gülüp duruyordu. Açıktı ki belli ölçüde kıskandığı (belki Nobel’ini kıskandığı) ünlü Marquez’in uğradığı bozgun, ona keyif vermişti.

O dev Yaşar Kemal ki, onun da eseri sinemada hiç karşılığını bulmamış değil miydi? İnce Memed, yazar-oyuncu-yönetmen Peter Ustinov’un elinde ziyan olmuş, diğer romanlarından bazıları da Yılanı Öldürseler, Menekşe Koyu gibi tartışmalı filmlere yol açmıştı. O çocukça neşeyi hoşgörmemek kabil mi? Ancak daha sonra kendi filmi gösterildiğinde, tepkiler çok farklı olmadı. Dedim ya, büyük yazarların ortak kaderidir bu... Hemen hemen hiç değişmeyen...

Sonraları başka uyarlamalar geldi. 1989’da Kübalı yönetmen Tomas Gutierrez Alea’nın Cartas del Parque- Parktan Mektuplar filmi, bir tür Sirano (Cyrano de Bergerac) hikâyesiydi. Alçakgönüllü haline karşın, belki en başarılı Marquez uyarlamalarından biri sayılabilir.

Arada hiç yankı yapmayan bir saatlik bir Mavi Köpeğin Gözleri uyarlamasından (ABD), başarılı bir TV dizisinden ve kısa filmlerden sonra, 1999’da yine Cannes’da gördüğümüz görece olarak düzeyli uyarlamalardan biri geldi: Albaya Mektup Yok. Meksikalı usta Arturo Ripstein’ın filminde, pek tanınmayan Fernando Lujan’ın karşısında iki ünlü kadın oyuncu vardı: Marisa Paredes ve Salma Hayek.

2007’de en iddialı uyarlamalardan biri gözüktü. İngiliz yönetmeni Mike Newell, ustanın Kolera Günlerinde Aşk’ını sinemalaştırdı. Büyük bir bütçe ve Javier Bardem, Benjamin Bratt, Giovanna Mezzogiorno gibi oyuncularla... Ama yine olmadı, orta karar bir film geldi karşımıza... Hatta (o dönemdeki eleştirime bakıyorum da) bayağı kötü bir film... İki yıl sonra anavatanı Kolombiya ona ilk uyarlamasını bağışladı: Aşk ve Öbür Cinler. Orta karar bir çocukluk hikâyesi.

Ve nihayet 2011’de çekilen bir film, bu 50 yıla yakın ilişkiyi noktaladı. Bu kez Marquez’den etkilenme sırası tanınmış Danimarkalı usta, uzun yıllar önce Knut Hamsun’dan yaptığı Açlık uyarlamasıyla yüreklere yerleşmiş olan Henning Carlsen’den gelen Benim Hüzünlü Orospularım. (Çeviri benim değil, Vikipedi’nin, kusura bakmayın!). Tam 90 yaşına gelmiş bir gazetecinin kendisinden 20 yaş genç bir kızla yaptığı söyleşinin öyküsü, kendisi de o yaşlara yaklaşan sanatçı için belki hayata son bir bakış atma olmalıydı. Tanınmış Fransız yazarı Jean-Claude Carriere’in kaleminden senaryolaşan öyküde Geraldine Chaplin, Emilio Echevarria, Ofelia Medina gibi oyuncular vardı.

Ve böylece Marquez’in görselleşme serüveni noktalanmış oldu. Kader üç yıl sonra, onun yaşamını tümüyle noktalayana dek...

 

Okurlarıma not: Sevgili okurlarım. Biliyorum, film açısından zengin bir hafta. Ancak özel bir durum (eşimin birden çıkagelen önemli rahatsızlığı), filmleri izlememi engelledi. Ne festivalin son günlerine gidebildim, ne de basın gösterimlerine...Onun yerine sizlere bugün bir Marquez yazısı sundum, yarın da inşallah Festivale Bir Bakış sunacağım.