Atilla Dorsay

23 Mart 2016

Beyoğlu hep direnecek, İstiklal Caddesi hep dolacak...

Bizim insanımız tüketmenin zevkini bir kez aldı; kolay kolay bırakmaz!

   Dün Beyoğlu’na çıktım, Atlas Sineması'na gittim, girişteki Sefahathane Cafe’sinde bir randevum vardı. Böylece ‘olay yeri’ni tam olarak kavradım. (Görmeden anlaşılmıyor!) Atlas’ın tam sağ yanı. Oradaki küçük dükkan kapalıydı, ama bir ara açtılar: içerisi düzgündü, pek tahrip olmamıştı.

   Ve dükkan önü elbette tam bir ziyaretgah olmuştu. Çiçekler, mesajlar, saygılı ve kederli bakışlar, umut ve irade içeren yazılar: herşeye karşın geleceğe umutla bakmak, terörle başetme iradesini bir kez daha belirtmek. Yani insanı insan yapan şeylerin böyle bir durumda ortaya çıkan, çıkması gereken bir dışavurumu...

   Olayın hemen yakınındaki kimi tanıdıklarla konuştum. Atlas Sineması Müdürü Cevdet veya Mephisto mağazası sorumlusu İlyas dostlarımla... İkisi de büyük bir gürültüyle hemen sokağa fırlamışlar. Anlattıkları korkunçtu. Yerde yatanlar, acıyla kıvrananlar, feryat edenler. Ve çevreye saçılmış ceset parçaları... Allah bir daha yaşatmasın...

   Ülkenin durumu kuşku yok ki vahimdir. En kötüsü de bunu yaratan kişilerin ve başsorumluların hala hiçbir şey anlamadıklarını, hiçbir doğru teşhis koyamadıklarını belirten dargörüşlü laflarını aynen sürdürmeleri...

     Özetle, artık en azından çiftbaşlı (bir yanda PKK, öte yanda IŞİD) kör ve kıyıcı bir terörü sadece ‘teroristleri öldürmekle’ yok edeceklerini sanmaları. Eski savaşlardaki gibi, "düşmanı son neferine dek yok kedeceğiz." Ki onlarda bile illa da öldürmek yerine ‘yurdumuzdan kovacağız’ gibi daha incelikli sözler edilirdi.

   Peki ama artık ‘düşmanların’ tüm dünyaya yayıldığı, kimin dost kimin düşman olduğununun katiyen belli olmadığı, her an her yerde bombaların patlayabileceği, klasik, göğüs göğüse bir ‘erkekçe’ savaşın yerini en kalleşçe ve en sinsice bir gerilla savaşı tekniğinin aldığı çağdaş dünyada, eski deyimiyle ‘o düşmanın öldüre öldüre bitmeyeceği’ açık değil miydi?

    Her öldürülenin yerine ailesi, arkadaşı, yakını, köylüsü onlarcasının, yüzlercesinin geçeceği belli değil miydi? Kitle halinde belli inançlara ve ideolojilere koşullanmış, beyinleri yıkanmış, insanoğlunun en kutsal varlığı olan hayatını bile hiçe sayıp kendisini havaya uçurduğu bir genel psikoloji içinde, bu eski yöntemlerle savaşı kazanmak mümkün müydü?

   Öyle olsaydı, bizden çok  daha güçlü ordulara sahip ve izninizle daha da akıllı ve deneyimli olan ileri Batı toplumlarında, örneğin İngilizler İRA - İrish Publican Army’yi de öldüre öldüre yok etmeyi denemezler miydi? İspanyollar yıllarca bağımsızlık için mücadele eden Katalonyalıları  tümüyle yok etme gücüne sahip değil miydiler? Fransa bir dönemde ayrılmak isteyen Korsika’yı sabırla, yıllar boyu yaptığı demokratik ve ekonomik devrimlerle kendine bağlamayı seçer miydi? Ve daha birçok örnek.

   Elbette sorun gelip bu yönetimin hatalarına, daha da kesin biçimde Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine bağlanıyor. Olaylarda cinin şişesi misyonu gören Suriye’deki yanlış politikalardan Rusları böylesine gücendirmeye, barış sürecinin aniden sonlandırılmasından her önemli demokratik kurumu düşman ilan etmeye tüm önemli ve bence vahim kararlar ve uygulamalar ondan sadrolmuyor mu? Dün sevgili Murat Belge’nin koyduğu teşhisten daha ötesi var mı: “Şu anda Türkiye’yi uğraştıran sorunların hepsi Erdoğan’ın kişiliğinden ve hedeflerinden doğuyor.”

   Neyse... Ben döneyim Beyoğlu’na.... Elbette belli bir tenhalık vardı. Ama nerede yok ki? Gazeteler sayılar, oranlar veriyor. Ve giderek yayılan ‘eve kapanma sendromu’ndan  söz ediyor.

   Bu da geçecek. Bizim insanımız dışarı çıkmanın, tüketmenin, yiyip içmenin zevkini bir kez aldı. Bir daha kolay kolay bırakmaz.

   Ama en çabuk normale dönecek olan sanırım Beyoğlu’dur. Cadde-i Kebir neler neler görmedi... İşgali yaşadı, savaşı gördü, Varlık Vergisi’nin etkilerini, 6- 7 Eylül’ün korkusunu yaşadı. Kimi dönemlerde çıktı, kimi dönemlerde inişe geçti. Bir aralar tümüyle terk edildi; Vitali Hakko gibi adı Beyoğlu’yla özdeşleşmiş, kurduğu Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği’yle yıllarca bu semte neşe ve canlılık katmış olan biri bile bırakıp gitti.

   Ama Beyoğlu hep toparlandı, hep canlılığını korudu. Şimdilerde temelde rant amaçlı bir  kentsel dönüşüme bile direniyor. Bu olay onu çökertir mi? Semt tenhalaşır mı?

   Ben sanmıyorum. Önümüzdeki Uluslararası İstanbul Festivali bunun bir sınavı olacak. Umuyor ve sanıyorum ki sinemaseverler 35. yılında bu güzel etkinliği yalnız bırakmayacak. Benim de inşallah naçizane bir kişisel katkım olacak. Demek ki, yakında sinemalarda, galalarda ve lokantalarda buluşmak üzere...

   Beyoğlu olayı öncesinde yaptığım birkaç iç ve dış yolculuktan da klasik seyahat izlenimleri dışında ilginç ve güncel anılar edindim. Onları da yakında paylaşmak umuduyla...