ÖLDÜRMENİN ÜÇ YOLU (Kill Me Three Times) X X X Yönetmen: Kriv Senders |
Bu ilginç polisiye taşlamasında, hemen hepsi yasanın öbür yanına geçmiş, suçlu, hatta katil bir avuç insan var. Yaşamlarının ve ruhlarının karanlığı, tüm filme dekor oluşturan o uçsuz bucaksız Avustralya manzaralarıyla tam bir çelişki oluşturan...
Böylece, iri yarı, hırpani ve öfke dolu gözüken iş adamı Jack Taylor’un karısı Alice’e körkütük aşık olduğunu ama kadının bu haşin adamı yakışıklı Dylan’la aldattığını görüyoruz. Kıskanç koca, karısının peşine özel hafiye Charlie Wolf’u takmıştır: Şüpheli, düzenbaz, sırası geldiğinde rahatça adam öldüren sevimsiz bir kişilik...
O arada Alice, Dylan’la kaçma kararı vermiş ve kocasının kasasını boşaltmıştır. Ama dişçisi Nathan, daha çok hırslı karısı Lucy’nin etkisiyle, kadını öldürüp parasını çalmaya karar verir. Ve işe girişirler. Ama o sırada Jack Taylor karısının ihanetini öğrenir ve hafiye Charlie’den bu kez onu öldürmesini ister. Ve hafiye, peşine takıldığı kadının Nathan- Lucy çifti tarafından öldürülme çabasını yakından izler!..
Film gerçek bir kara komedi. Herkes öylesine kötü ve üçkağıtçı ki, şaşarsınız... Hatta yörede polisi temsil eden yaşlı komiser Bruce Jones bile şantajdan başını kaldırdığında, adam öldürüveriyor!...
Daha önce Red Dog (2011) filmini izlediğimiz yönetmen Kriv Senders ve daha ilk senaryosunu yazan James MacFarland, oldukça iyi bir iş çıkarmışlar.Karşımıza gelen, iddiasız ama sevimli bir kriminel güldürü. Mizahı ise Amerikan ve İngiliz mizahlarının bir karışımı gibi gözükse de aslında belki bir ölçüde özgün olan Avustralya mizahı!..
Oyunculara gelince...En son Elysium’da izlediğimiz güzel ve yetenekli Brezilyalı oyuncu Alice Braga, Alice rolünde sağlam bir dönüş yapıyor. Sarışın dilber Teresa Palmer de öyle. Luke Hemsworth yine kızlara heyecan yaşatacak. Nathan’da Sullivan Stapleton doğal bir komedi yeteneğine sahip. Simon Pegg ise karikatür gibi suratıyla özgün bir komedyen. Ve özel hafiye Wolf’u bu karmaşık öykünün merkezine oturtmayı beceriyor. Üçkağıtçı komiser Bruce’da bir dönemin uluslararası çalışan oyuncusu Bryan Brown’u bulmaksa ayrı bir sürpriz.
Bir sürpriz: Danimarka’dan gelen sıkı western!...
İNTİKAM (The Salvation) X X X Yönetmen: Kristian Levring |
Üstelik tüm bunların Danimarka’dan gelen bir filmde birleşmesi, belki asıl sürprizi oluşturuyor.
1870’lerin Amerika’sı. Kaba güç, şiddet ve yasadışılık birkaç büyük kentin dışında hala egemendir ve şerif denen kanun adamları, silahlı çetelere karşı hemen hemen çaresizdir.
Filmin hemen başında tanıdığımız Danimarka göçmeni Jon Jensen, yedi yıldır görmediği karısıyla oğlunu karşılar: aile sonunda biraraya gelmiştir. Hem de yepyeni bir ülkede...
Ama şiddet, hatta vahşet hemen boy gösterir: arabayı paylaştıklari iki serseri, alkolun da etkisiyle kadına saldırır, giderek onu çocuğuyla birlikte öldürür. Jon Jensen onları izler, bulur ve vurur. Ama öldürdüklerinden birinin çete reisi olan ağabeyi intikam peşine düşecek, Jensen ise kasaba halkından pek yardım görmeyecektir.
Filmi izlerken, bir zamanlar niçin western’i öylesine sevdiğimi hatırladım. Bi kez daha..Ardında bir geçmiş, bir tarih, bir kültür, hatta bir etnik birlik bile olmayan bir halkın yepyeni bir kıtada, yepyeni bir devlet kurup onu çağdaşlaştırmasının serüveniydi bu...Ve elbette kendi sınırlı çerçevesini aşıp insan olmanın, vatandaş olmanın, bir toplumda kaba gücü yenip yasaları egemen kılmanın da gayet evrensel olan hikayesiydi.
Film iyi çizilmiş karakterleri ve az söz içeren sağlam senaryosu yanısıra, yarattığı sürekli gerilimli atmosferle de dikkat çekiyor. Bir yanıyla John Ford, Howard Hawks, Henry Hathaway, Nicholas Ray, Anthony Mann vb. sayısız ustanın yarattığı klasik Amerikan westerni. Öte yandan, buna 60’larla birlikte İtalyan kökenli ‘spagetti western’in getirdiği stilize ve gösterişli yorum. Sergio Leone, Sergio Corbucci, Damiano Damiani, Sergio Sollima, Ferdinando Baldi vb. yönetmenleriyle...
Ama ara yerde öylesine ustaca yaratılmış kişilikler ve durumlar var ki...Yeni bir hayatın eşiğindeki bir genç kadınla oğlunun yok edilmesi, western tarihinin en dramatik sekanslarından birine yol açıyor. ‘Kötü adam’a karşı Jensen’i yalnız bırakan kasaba halkı, Zinnemann başyapıtı Kahraman Şerif’in bir farklı yorumu gibi...Yine kötü adamın tutkuyla bağlı olduğu kadının kızılderililer dilini kestiği için konuşamayan biri olmasıysa son derece hüzünlü. Hele o rolü eşsiz Eva Green yüklenmişse...
Kötülerin gerçekten kötü olduğu bu filmde iyiyle kötünün bitmeyen savaşımı, sanki yeni bir boyut alıyor. Kahramanın bir Avrupalı (ve belki ilk kez bir Danimarkalı!) olması da bir yenilik. Bu rolde Mads Mikkelsen yine çok iyi oynarken, üçkağıtçı noter Nathan Keane’de özlediğimiz İngiliz karakter oyuncusu Jonathan Pryce’ı, ‘Korsikalı’da ise Ken Loach’ın sinemaya getirdiği ünlü Fransız futbolcusu Eric Cantona’yı bulmak iyi bir sürpriz oluyor.
Not: Sevgili okurlarım. Bugün itibarıyla yıllık ‘kutsal tatil’ime çıkıyor ve Bodrum’a iniyorum. İki hafta için..Arada ancak daha önce gördüğüm çok ilginç bir film çıkarsa yazacağım. Yakında buluşmak üzere...