İktidarın İstanbul ve Türkiye’nin doğal ve tarihsel zenginliklerini rant uğruna harcama iştahı hiç bitmiyor, azalmıyor ve dur-durak bilmiyor. Ekonomiyi asıl motoru olması gereken ve tüm dünyada da öyle olan sanayi, tarım, turizm gibi alanlarla desteklemek yerine hemen sadece inşaata ağırlık veren alabildiğine rantçı bir zihniyetle, ülke tam bir yağma altında. İlerde acısını çekeceğimiz, pişman olacağımız, ama geriye dönüşü pek mümkün olmayacak bir gidişat...
Uzun yıllar önce –yaklaşık 30-35 yıl- turizm camiası kıyılarını beton otellerle dolduran İspanya örneğini verir ve bunun dünyanın en gözde bir turizm cenneti olan ülkeye verdiği zarar konuşulurdu. Ben de o zamanlar yazmıştım: bunu en kötü örnek diye alalım, aynı hatayı bizler de yapmayalım, cennet kıyılarımızı tüm güzelliğiyle koruyalım diyerek...
Ama nerede? Bugün İspanya’yı çoktan aştık.. Burnumuzun dibindeki küçücük Yunanistan, başta o sayısız adaları, yeşilini, doğasını ve tarihini özenle koruyup ideal bir turizm ülkesi olurken, bizde yağma tüm hızıyla sürüyor. Son örneklere şöyle bir bakalım:
Çevre ve Şehircilik bakanlığı, dünyaca ünlü ve tescilli Manyas Kuş Cenneti’nin sadece 8 km. ötesindeki tarım alanlarına sanayi tesisleri kurulması için vize verdi. Dikkat ediniz, bu karar sanayi veya ekonomi bakanlığından filan gelmiyor. Adı ‘Çevre Bakanlığı’ olan bir makamdan geliyor. Ülkeyi tarihi ve yeşiliyle korumaya çalışan ve Allah’tan varolan birçok kurumdan biri, Çevre Mühendisleri Odası Araştırma Merkezi başkanı feryad ediyor:
“Kuş göç yolu üzerinde olan bu bölge sanayie açılamaz. Nerede ender bulunan bir kuş popülasyonu varsa, oraya projeler yapılıyor. Artık kuşlarla problemli olduklarını düşüneceğim!”.
Sahi, bu adamların kuşlarla ve giderek tüm hayvanlar, tüm canlılar, tüm doğa ile problemleri olabilir mi? 260 türden 34 milyon göçmen kuşa evsahipliği yapan böyle bir yere sanayi düşünmek nasıl bir zihniyet olabilir? Uzmanlar bunun yakındaki turizm merkezi Erdek’i de tehdit ettiğini söylemişler. O Erdek ki, gençlik yıllarımızda grubumuzla birlikte değişmez tatil mekânımızdı. Yazıklar olsun...
Adalarımız da aynı biçimde sürekli tehdit altında. En son, hedefte Yassıada ve Sivriada var. Yassıada’ya otel, kafe, restoran, heliport alanı filan yapılacak. Oysa 27 Mayıs ihtilalinden sonra Menderes ve arkadaşları orada yargılanmıştı. Ve gazete haberi hatırlatıyor: daha 2013 yılında, dönemin Başbakan’ı Erdoğan orada bir ‘demokrasi müzesi’ yapılmasını istemişti. Ne çabuk unutuldu!
Yakınındaki Sivriada’da ise 2000 kişilik kongre merkezi ve müştemilatı yapılacak. Ve tüm dünyada nefes alınacak son alanlar olarak özenle korunan adalarımızdan ikisi daha betona boğulacak!.. Yine yakın zamanda, bakanın söylediğinin tersine yine çeşitli projelere boğulan Bozcaada ve Gökçeada’da olduği gibi...
En korkunç haberlerden biri, 25 Şubat tarihinde Hürriyet’de çıktı. (Ve hayrettir, hiç yankı uyandırmadı!). Habere göre, ülkemizde akaryakıt bayilik sistemi kökten değişiyor, 13 bin benzin istasonunun çoğu kapanmaya doğru gidiyor. Çünkü özetle 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu (‘torbalarda’ alel acele geçirilen o garip yasalardan biri olmalı!), rekabeti önleyici yapısı ve tek bir şirketten akaryakıt alma zorunluluğu nedeniyle bayileri güç durumda bırakmış. Birçok bayi sektörden çıkarak arsasını gayrimenkul yatırımına dönüştürmek istiyormuş.
Buyurun buradan yakın!... İnşaatı öylesine teşvik ve diğer sektörleri öylesine tedirgin ediyorsunuz ki, yakında benzin istasyonlarının yerine karşımıza otel-restoran-kafe üçlüsü ya da, niye olmasın, rezidans çıkacak. Dağ başında bile!...
Bu kâbus gibi görüntüler ve tasarılar aslında her alana yayılıyor. Örneğin gözde İstanbul’un gözde Beyoğlu’su da bundan nasibini alıyor. Ne Emek kaldı, ne o eski kültür mekânları. Yıkılmayanlar bile kapalı duruyor; en küçük bir yerel veya merkezi yönetim teşviki olmadığından...Ve artık Beyoğlu’na çıkmak bile istemiyorum; öyle kapalı duran Alkazar’dan Lale’ye, Yeni Melek’den Elhamra’ya eski sinemaları, yine kapalı duran Küçük Sahne’yi veya Markiz gibi bir yerin fast-food dükkanı olmasını görmemek için...
Ya da Taksim meydanının, o verilen sözlere, açıklanan projelere karşın hala beton ve çıplak bir çirkinlik alanı olarak uzanmasını, Gezi Parkı’nın veya AKM’nin tümüyle kendibaşına bırakılmış bir halde yokolmaya doğru gittiklerini görmemek için..
Tüm bu ihmal trajedisinin içinde, şimdi Tünel’deki Narmanlı hanına takmışlar. Bizim hiç anlayıp onaylamadığımız bir koruma zihniyetine sahip olan (örneğin yeşili sevmeyen!) mimar-yazar Sinan Genim, değişim projesi yapıyormuş. Ve şöyle buyurmuş: “Otel ya da AVM nasıl olsun, 100 metrekarelik yer. Kaliteli dükkânlara bakacağız. sanatsal ağırlıklı. Ama bunlar arz talep meselesi”.
İçinde, başta Bedri Rahmi onca yazar-çizerin anısını barındıran bu mütevazi, ama anlamlı mekan için akla otel ya da AVM gelir mi? Ama genim önce bunu akıl ediyor nedense... Sonra da “çok küçük, olmaz” diyor. İyi ki küçükmüş!... Peki ama, buranın tüm o sahiplerinin ya da kiracılarının yüzyıla yayılan anılarını, eserlerinin yaratılma sürecini ele alan bir kamusal alan, bir müze olmasını hiç mi düşünmediniz? Sanatınızı sadece sermayenin ve gücün emrine vermek yerine kamu yararı içeren projeler yapmak daha doğru olmaz mı?
Neticede Beyoğlu’nun çok özel, çok tipik bir mekânının daha sona yaklaştığı anlaşılıyor. Bu kaçıncısı?
Ve ben, tüm bu olup bitenlerden yine kendi dersimi alıyor, kendi sonuçlarımı çıkarıyoum. O da özetle şu:
AKP iktidarı ve özellikle de RTE, illa da bu kente ve ülkeye kendi damgalarını vurma gereğini duyuyor. Bunun için de özellikle Cumhuriyet dönemine ait hertürlü yaşam ve düşünme biçimini, hertürlü sanat ve kültürü ve onların gündelik hayata yansıdığı tüm mekanları özellikle yok etmeye çalışıyorlar. Örneğin olduk-olmadık heryere bir cami yapmak...Taksim’de istediler, yapamadılar. Göztepe parkına istediler, olmadı. Onların yerine Çamlıca tepesinden Validebağ korusuna ve şimdi Kadıköy rıhtımına olmadık yerlere yapıyorlar.
Atatürk adına karşı da özel bir antipatileri var. Bunun için, Atatürk Kültür Merkezi’nden Atatürk Orman Çiftliği’ne, Atatürk Hava Alanı’ndan Ata’nın mekânı Çankaya köşküne birçok yeri yıkıp yok ediyor veya fonksiyonlarını değiştiriyorlar.
Ya da, bununla ilgisi olmayan biçimde, ortak bellek denebilecek şeyin kimi ana mekanlarını: Haydarpaşa’dan Sirkeci garına, eski Devlet veya Şehir tiyatroları sahnelerinden eski sinemalara... Bunlar en azından onların hiç katılmadığı, hiç tadını çıkaramadığı bir yaşam tarzının ve yabancısı oldukları değerlerin mekanları.
Ve de bunların yerine kente kendi damgalarını vurmaya çabalıyorlar. Marmaray’dan Kanal-İstanbul’a, Üçüncü Köprü’den şimdi Üç Katlı Büyük İstanbul Tüneli projesi’ne çılgın projelerin peşine takılmış giden bir iktidar bu. Zaten varolanı değerlendirmiyor, geçmişi hiçbir biçimde korumuyor. Bu açıdan kendisine yakıştırdığı ‘muhafazakâr’ sıfatı da son derece yanlış
Ve böylece, örneğin Sirkeci ve Haydarpaşa’nın temsil ettiği o büyük toplumsal buluşmayı, Anadolu’nun son durağı olmaktan Avrupa’nın kapısı olmaya birçok kuşağı etkilemiş simgeselliği, mimarlık sanatından bitmeyen göçe onca tarihsellliği kavraması beklenebilir mi? Ya da kuşaklar boyu kamuya ait binalarda, sahnelerde ve perdelerde yaşanmış olan o emsalsiz sanat tüketimini ve onun keyfini? Nereden bilsinler, hiç yaşamamışlar ki!...