İSMAİL’İN HAYALETLERİ (Ismael’s Ghosts) X X Yönetmen: Arnaud Desplechin Fransız filmi. |
1990’lardan beri film çeken, bunların hemen hiçbiri tam olarak belleklere yerleşmeyen, belki 2000’ler sonrasındaki Ester Kahn, Jimmy P. veya Bir Noel Masalı’yla hatırlayabileceğimiz Fransız yazar-yönetmeni Arnaud Desplechin, çeyrek yüzyıldaki 13. filminde kuralı bozmuyor. Bu kez üstelik daha çok negatif yanlarıyla akıllarda kalacak bir film sunarak...
Aslında filmin birçok kozu var. Öncelikle hikayesi... İlerleyen yaşına karşın hep bir avare, bir çağdaş hippi kalmış bir yazar-yönetmen, 20 küsur yıl önce çekip gitmiş ve ölü bildiği karısının birden ortaya çıkmasıyla sarsılıyor.
Bu arada hayatına yeni bir kadın girmiştir. Eski eşinin yönetmen olan babasıyla birlikte son bir film üzerinde çalışmaktadır. Ve bu dönüşe hiç hazır değildir.
İlginç bir çıkış noktası değil mi? Canlanan ölü bir aşk, 20 yılın ayırdığı iki kadının rekabeti. Ve baş rolde yönetmenin gözdesi, Fransız sinemasının da iyilerinden Mathieu Amalric. Kadınlarda ise birbirinden ünlü iki isim: Marion Cotillard ve Charlotte Gainsbourg.
Ama öyle olmuyor. Öncelikle film Fransızlara özgü o tavrı, yani kuralları (Hollywood’un koyduğu kuralları anlayınız!) yıkmak ve alabildiğine özgün olma çabası içinde (ki aslında bu çaba Fransız sinemasının tipik özelliklerinden biri değil midir?) sınırlarını iyi saptayamıyor. Ve anarşik bir nitelik alıyor.
Öncelikle hikâyedeki film-içinde-film olayı iyi yedirilememiş. Öylesine ki, başlangıçta filmin asıl öyküsünü değil, iç öykünün bir bölümünü izliyoruz. Ve bu neden sonra anlaşılıyor..
Sonra o nefis aşk üçgeni olayı iyi işlenemiyor. Fransız sineması gibi aşkı anlatmada usta bir sinema için ne kayıp!.. Bir yere dek ilgiyle izlenen entrika sona doğru flulaşıyor. Yan durumlar ve ikincil kişiler işin içine giriyor. Ve üçgen etkileyici biçimde çözülemiyor
Bu artık son Cannes şenliklerinin bir özelliği oldu. Yani son derece özgün olma çabasıyla birer bulmaca gibi duran filmleri yarışmada göstermek. Böylesine filmler yapılabilir, hatta yapılmalı. Yoksa ne Hiroşima Sevgilim var olabilirdi, ne Blow-Up, ne de Melankoli.
Ama her isteyen bir Resnais, Antonioni veya Lars Von Trier olamıyor. Böylesi filmleri bence öncelikle daha deneysel filmlerin oynadığı yan bölümlere yöneltmeli. Ki Cannes öyle yapardı.
Ama önceki yılda Assayas’ın Personal Shopper- Hayalet Hikayesi ya da Nicolas Winding Refn’in Neon Demon filmlerini art arda yarışmada bulunca afallamıştık. Geçen yıl gidemedim, ama bu filmin, hem de açılış filmi olarak yarışmalı bölümde gösterildiğini öğrenmek daha da şaşırtıcı.
Her şeye karşın oyuncularının başarılı olduğu, eskilerden Hyppolite Girardot’nun dönüş yaptığı film, hayli ilginç ögeler de içeriyor. Seçim sizin...
Ünlü adlara karşın bir fiyasko
KARA KULE (Dark Tower) X ½ Yönetmen: Nikolaj Arsel Warner Bros filmi. |
Warner Bros’un yeni filmi hayli iddiayla karşımıza geliyor. Korku romanlarının büyük ustası Stephen King’in yeni bir roman dizisine dayanıyor (demek ki bir seriye dönüşebilir); senaryoda Akiva Goldman gibi bir ‘altın kalem’in başını çektiği bir ekip çalışması ve ilginç bir de kadrosu var.
Peki ne anlatıyor? Özetlemesi zor bir öykü. Bilinmeyen bir zamanda, ama günümüzün New York’undayız. Bir aile tanıyoruz: oğulları Jake bir harika çocuk olan... Jake kağıtlara resimler çiziyor, uzaklardaki bir dünyayı resmediyor. Okulda ise tam bir asi: kavgacı ve saldırgan...
Ama hangi mesafede olduğunu bilmediğimiz bir yerde Kara Kule denen bir yapının etrafında da insanlar yaşıyor. Çocukların üzerinde baskı kurmuş, onları füzeyle gökyüzüne gönderip duran...Her füze atıldığında ise New York sarsılıyor, ortalık birbirine giriyor.
O cemaatin başında Walter O’Dim, ya da Kara Adam denen biri var. O kötülerin başkanı: o garip evrenin dengesini kurmuş olan Kara Kule’yi korumakla yükümlü.
Kara Adam ve cemaati, küçük Frankie’nin rüyalarında görüp resmettiği kişiler. O bir vizyoner ve öngörüsüyle Kara Kule cemaati için bir tehlike. Ve ona bilgisi nedeniyle Işıltı deniyor.
Bir de iyiler var. Eski adıyla silahşörler. Onların son kalanlarından biri olan Roland Deschain’in yolu nasılsa küçük Jake’le kesişiyor. Ve birlikte Kara Kule’cilere karşı mücadeleye girişiyorlar.
Doğrusu bu Amerikan usülü fantastik sinemadan fenalık geldi. İsterseniz futuriste, distopik veya bilim-kurgusal da diyebilirsiniz. Ama benim/bizim onca sevdiğimiz bu türün başyapıtları nerede, bu saçmalıklar nerede!...
Metropolis’ten Solaris’e, Yıldız Savaşları serisinden Star Trek serisine, Maymunlar Cehennemi’nden 2001’e, İnception’dan İnterstellar’a, E. T.’den Avatar’a onların bir soyluluğu, bir felsefesi vardı. Alt-metinlerini araştırabilir, yorumlar çıkarabilirdiniz.
Bu filmde bunlar yok. Ya da ben bulamadım. Ayrıca beton ormanı bir New York’la Kara Kule Doğası arasında hiçbir uyum olmadığı gibi, korku filmi ve fantastiği denese de sonunda western’de karar kılmış gözüken filmin belli bir uslubu da yok.
Ve bu tür filmlerde ana tema olan iyilik ve kötülüğün mücadelesinde bile sağlam bir dayanak yok. İyilerin ne yapıp ettiği anlaşılmadığı gibi, kötülük de hemen sadece Matthew McConaughey’in, Allah için iyi becerdiği sadist tavırlara ve manyak bakışlara emanet edilmiş.
Vaktiniz varsa, bir deneyin isterseniz!.
Yarın: Haftanın en iyisi: ANNE