MACBETH X X X Yönetmen: Joe Kurzel |
Macbeth’i kim bilmez? Shakespeare’in belki en ‘kanlı’, en şiddet içeren oyunudur bu...Nasıl olmasın ki, adına taht kavgası denen ve iktidarın gözünü kör edip insanlıktan uzaklaştırdığı kişilerin öyküsü, tarih boyunca en kanlı cinayetlere yol açmış değil midir? Bizim kendi tarihimiz dahil!...
Burada da birzamanların İskoçya’sında, Macbeth ve eşinin özellikle ‘üç cadı kadın’ın kehanetlerini duyup çok ciddiye alarak ve tarihi bu kehanetler yönünde akıtmaya çalışarak işledikleri cinayetler, bu trajedinin yüreğini oluşturuyor. Kan oluk gibi akarken de, adına iktidar hırsı denen şeyin en kanlı örneklerinden biri ortaya çıkıyor.
Ama bu ayni zamanda bir ‘suç ve ceza’ öyküsü. Dostoyevski’vari bir yanı da olan...Yasaların değil, vicdanın emrettiği bir ceza. Zaten zayıf kişiliklerin (özellikle kralın) bir kabus hali sırasında işlediği ve giderek seriye dönüşen cinayetlerin getirdiği korkunç vicdan azabı. Ve bunun getirdiği kaçınılmaz akibet.
Aralarında Orson Welles, Roman Polanski, Akira Kurosawa, oyunu günümüze taşıyan Ken Hughes (Joe Macbeth adıyla), Geoffrey Wright versiyonlarının da bulunduğu uyarlamalardan sonra Justin Kurzel imzalı bu film, yalnızca tüm bu Macbeth’lerin değil, belki tüm Shakespeare uyarlamalarının en karanlık ve kanlı yorumlarından biri gibi duruyor. Elbette Shakespeare uzmanı değilim, ama bana öyle geldi.
Kimi döğüş sahnelerini bol ralanti (yavaşlatılmış) çekimlerle şiirselleştirirken, genelde az ışık kullanımıyla aslında yörenin iklimine de çok iyi uyan karanlık ve kederli bir film yapmış Kurzel...Cadıların kehanetiyle desteklenen bir kader duygusu her şeye egemen oluyor. (Bu arada cadıların niye üçten dörde çıktığını ve yanlarındaki çocuğu ben çözemedim!). Savaş bölümlerinden kıral Duncan’ın katledilmesine, bağlandıkları ağaçlarda yakılan insanlardan ikili döğüşlere birçok sahnesi ve küçük çocuklar dahil birçok kurbanıyla da, gerçek bir şiddete göz kırpıyor.
Bonus’lerimiz elbette ve bir kez daha oyuncular. Michael Fassbender ve Marion Cotillard adeta tanınmaz halde karşımıza geliyor ve bilinen oyuncu dehalarını bu uğursuz çiftin emrine veriyorlar. Hele Cotillard, yabancı bir kültürün bu ikon yapıtı içinde, çirkinleşmeyi de göze alarak, bu zor yolculukta o herşeyi başlatan meşum kadını ustaca oynuyor.
Ama Lady Macbeth yine de kocasının yanında masum kalıyor!. En azından kadın ve çocukların ölümü karşısında gerçek bir keder duyuyor ve gözyaşlarını akmaya bırakıyor. Macbeth’de ise o kadarcık merhamet bile yok sanki...
Filmin bence en zayıf yanı, bu başyapıtı günümüzün ruhuna ve mantığına uyarlamadaki zaafı. Özellikle Banquo’nun katlinden sonra verilen kalabalık ziyafette Macbeth’in hemen teslim olması ve tüm sarayın önünde adeta suçlarıni itiraf etmesi. Baştan beri daha güçlü olan Lady Macbeth’in susturma çabalarına karşın...
Olasılıkla eserde de böyledir. Yine de Shakespeare’den beri insanın tanımında ve psikoloij denen bilimin yaratılmasında öyle adımlar atıldı ki...Aradan tüm bir Sigmund Freud öğretisi geçti. Ve kalın çizgili kahramanların yerini çok daha kompleks ve karmaşık yapıda bireyler aldı. Elbette katiller arasında da...
Bunlar çok bilinen şeyler ve kimsenin de Shakespeare’i suçlamak haddi değil!..Ben sadece şunu söylemek istiyorum: yazar-yönetmen ikilisi, kelime bile değiştirmeden, sadece mizansenle biraz oynayarak, o aslında zengin bölümü daha inandırıcı kılabilirlerdi. Karı-kocanın özel diyaloglarını biraz daha ‘başbaşa’ yapmaları bile yeterdi. Ama bu yapılmamış.
Sonuç olarak bence haddinden fazla karanlık ve kasvetli bir uyarlama bu. Elbette zaten o neşeli Shakespeare’lerden biri, yani Bir Yaz Gecesi Rüyası veya Yanlışlıklar Komedisi değil. Ama yine de bana herşeyiyle aşırı geldi. İlk fırsatta oturup Welles, Polanski ve Kurosawa yorumlarını izleyeceğim.
Yarın: LİFE