KARA DÜZEN (The Black Mass) X X X Yönetmen: Scott Cooper |
Ancak Hollywood’un yapabileceği ve yapageldiği türden tipik bir “Amerikan hikayesi”; gangsterliğin en parlak ve vahşi biçimiyle boy attığı bu ülkenin gerçek polisiye tarihinden perdeye aktarılmış kimbilir kaç filmin en yenisi.
Film ülkenin en eski kentlerinden (ve gördüğümüz kadarıyla bu eski yapıyı büyük ölçüde korumuş) Boston’da geçiyor. Çocukluk arkadaşı olan iki adam, adalet yolunu seçip FBI’nin en güvenilir yüzlerinden biri olmuş komiser John Connolly ve yasadışılığı seçen Whitey lakaplı James/ Jimmy Bulger, büyüdükleri Güney Boston’da karşılaşıyorlar.
Aradan zaman geçmiş, köprülerin altından çok sular akmıştır. Ama temel bir şey değişmemiştir: ABD’de 20’lerin büyük bunalımıyla gemi azıya alan gangsterlik olayı, bunun iktidarın tepelerine tırmanması ve kanun adamıyla suçluların işbirliğine giden yozlaşma...
Böylece kardeşi Billy senatörlüğe dek yükselmiş, ama kendisi giderek acımasız ve pervasız bir katile dönüşmüş olan Jimmy ile, onunla işbirliği yaparak ve onu ‘muhbir’ gibi kullanarak kariyerinde yükselmeyi deneyen Connolly, gizli ve meşum bir ortaklığa başlarlar. Sözde kentteki diğer Mafya olan İtalyanlara karşı savaş görünümü altında yasasızlık, kumar, rüşvet ve şiddet tepelere tırmanır.
Ve Amerikan toplumunun o kendine özgü yapısı içinde, bu durum yıllar boyu sürer: 70’lerin sonlarından 1985’e dek... Olaylar bizim güdük demokrasimiz için bile şaşırtıcı gelişimler gösterecek, hayli şiddete ve cana mal olacaktır.
Film gerçekten yaşanmış olayların raporlarına dayanıyor. Bu elbette filme keskin bir inandırıcılık ve dönem duygusu veriyor. Ama filmi polisiyenin o en soylu türü olan kara-film’den uzaklaştırıyor. Çünkü o sinemanın içerdiği duygusallık ve şiir ortalarda yok. Daha belgesele yakın, daha direkt, daha analitik bir yapısı var filmin...
Yine de film gerek insan karakterinin derinlerine dalan öyküsü, gerek sokak çekimlerinin başarısı, gerekse oyuncularıyla ilgiyi hak ediyor. Johnny Depp ilk kez sıvandığı acımasız gangster kimliğinde oyunculuğuna yeni kapılar açıyor. John Connolly rolündeki Joel Edgerton da öyle.
Son dönemin hızla yükselen oyuncusu Benedict Cumberbatch biraz gölgede kalmayı kabullenmiş. Deneyimli Kevin Bacon da öyle. Ama ikisi de, iyi bir öyküde rolün küçüğü-büyüğü olmaz sözünü doğruluyorlar. Kadınlarda ise küçük rollerinde gayet etkileyici olmayı başaran Dakota Johnson ve Juno Temple’a şapka.
Sonuç olarak hala dünyanın en güçlü ülkesi olmayı sürdüren ABD’nin belli bir dönemine ibretlik bir bakış getiren film, türünün iyi örneklerinden. Artık böyle şeyler olmadığını umalım. Gerçi her akşam ekranlara gelen polisiye diziler pek öyle demiyor ama...
Ateşten korkan itfaiyeciyle ateş sever dayının öyküsü
YAKTIN BENİ X X Yönetmen: Can Yücel |
Uğur Yücel’in sinemaya dönüşü, ayni zamanda oğlu Can Yücel’in de ilk filmini yönetmesine ‘tekabül ediyor’ (Bu eski sözcüğün yerine yenisini bulamadım, kusura bakmayın!).
Ama bu mutlu buluşmanın biz seyirciler için ayni ölçüde mutlu bir sinema olayı olduğunu söylemek de kolay değil.
Film temelde yaşlıca bir adamla yeğeninin öyküsünü anlatıyor. Önce genç olanı tanıyoruz: itfaiyeci Selam Kuloğlu. Selam hayli ürkek bir gençtir, yangındansa ödü kopmaktadır. Peki, niye bu mesleği seçmiştir? Bilinmez...
Önce Selam’ı patırtıcı bir şef yönetiminde çeşitli zor anlar yaşarken izleriz: bir törende giysisi tutuşturulup söndürülen er olarak nedense onu bulup seçerler!.. Şefin yangında ilk cepheye sürdüğü kişi de odur...
Oysa ateş onun için en ürkünç şeydir: evinde bile heryerde ‘Dikkat: Yangın Tehlikesi’ levhaları vardır!... Ama yıllar sonra karşılaştığı dayısı, kendi deyişiyle ‘esrarengiz Macit’ ise bir ‘piroman’dır: yani yangın çıkarmaktan zevk alan kişi. Nitekim işleri kötü gidip intihara karar verince de, seçtiği yol evini yakmaktır. Allahtan yeğen yetişir de kurtulur!...
İşin içine melek gibi bir kadın komşu, Selam’ın tutulduğu mahalleden bir kız ve tuhaf ailesi, hem tefecilik, hem de organ kaçakçılığı yapan bir dişi Mafya lideri girer. Ve olaylar birbirini kovalar.
Kağıt üzerinde hayli garabet içeren ve belki popüler bir komedi için yeterli malzeme sağlar gibi gözüken hikaye, filme dönüşünce o sonucu vermiyor. Genel olarak bir tutukluk, bir uyumsuzluk var. Yer yer parlak espriler, birkaç ilginç durum komedisi bölümü yok değil. Oyunculuk da pek aksamıyor: başta ikisini de özlediğimiz Uğur Yücel ve çok şeker bir Meltem Cumbul, rolüne iyice asılmış bir Sarp Apak olduğu halde...
Ama olmuyor, olamıyor. Ne film boyunca gerçekten perdeye bağlanabiliyorsunuz, ne de geriye kalan sağlam birşey var. Ve film günümüzün yerli güldürü furyası içinde kaybolmaya mahkum gibi...