Atilla Dorsay

09 Ağustos 2014

Amerikan kolej mizahında ırk, din ve cinsellik

Hollywood’un tarihini yazan iki dev şirket bir araya gelip güçlerini birleştiriyor ve bu işbirliğinden çıka çıka, bu alçakgönüllü gençlik komedisi çıkıyor...

LİSELİ  POLİSLER-2

Yönetmen: Phil Lord, Christopher Miller
Senaryo: Michael Bacall, Orel Uziel, Rodney Rothman
Görüntü: Barry Peterson
Müzik: Mark Mothersbaugh
Oyuncular: Jonah Hill, Channing Tatum, Peter Stormare, Wyatt Russell, Amber Stevens, Jillian Bell, İce Cube, The Lucas Brothers/ Columbia- Warner Bros yapımı.

Hey Allah’ım!.. Sinemanın başkenti bu hallere mi düşecekti? Hollywood’un tarihini yazan iki dev şirket bir araya gelip güçlerini birleştiriyor. Ve bu MGM- Warner Bros işbirliğinden çıka çıka, bu alçakgönüllü gençlik komedisi çıkıyor... Şaşmaz mısınız?

Neyse… Liseli Polisler dönüyor. 2012 yılının gişede başarılı filmi 21 Jump Street’in (ki ben görmemiştim) iki genç polisi, obezliğin sınırında gezinen sakar ve beceriksiz Schmidt (Jonah Hill) ve sürekli Marlon Brando taklidi yaparmış gibi duran çam yarması Jenko (Channing Tatum), o filmde bir uyuşturucu satışını çözmek için liseye geri dönüyorlardı.

Bu kez gittikleri yer üniversite oluyor. Yani hiç bulunmadıkları bir çevre, tanımadıkları bir yaşam. Yine ayni ekibin elinden çıkan filmin başında bize tanıtılan ‘kötü adamlar’ buraya da el atmışlardır ve öğrencileri tehlikeli bir uyuşturucuya alıştırmayı denemektedir.

İki kafadar bunun izini sürmenin yanı sıra, kendi hayatlarına da bir yön arayacaktır. Bu tombiş Schmidt için çok güzel bir kara derili kızla ilişkiye girmek, Jenko içinse yakışıklı sporcu Zook’un teşvikiyle, bir beysbol yıldızı olma yolunda ilerlemektir.

Kabul etmek gerekir ki temelde genç bir Amerikan seyircisi için çekilmiş bu film, artık film, dizi ve TV şovlardan  iyice aşina olduğumuz bir mizahı sevebilenler için de hayli çekici. Öncelikle iyi çekilmiş, hayli para harcanmış. Tüm o okul veya kentteki kaçıp kovalamacalar, o havadaki cambazlıklar, o çatılardaki akrobasiler inandırıcı ve sürükleyici.

Her şeyin ardındaki mizah ise keskin, kaba çizgili, ama komik. Özellikle Amerikan okul mizahının gözde temaları yine belirgin: eşcinsellik, ırk sorunları, aile ve din... Böylece gerek iki kahramanımızın, gerekse Jenko ve Zook’un (Wyatt Russell) ilişkileri, sık sık birer ‘çift’ olmanın eşiğine geliyor. Ve örneğin şöyle ince bir espri çıkıyor Schmidt’in ağzından, Jenko için: “Bir kez ‘insanın cinselliği’ dersine girdi, başımıza Harvey Milk kesildi!” Elbette bu esprinin tadına varmak için, Harvey Milk’in bir dönemin eşcinsel ve bunu açıkça ilan eden ünlü politikacısı olduğunu bilmek gerekir. (Ki Gus Van Sant’in Milk filminde onu Sean Penn oynamıştı).

Ayrıca zenciler üzerine (hatta kendi ağızlarından) çeşitli şakalar var. Ve de örneğin bir azınlık kılisesindeki İsa’nın Koreli mi, Endonezyalı mı olduğu tartışması!..

Sonuç olarak MGM-Warner Bros işbirliğine değer mi bilmem... Ama kendi içinde tutarlı ve tadına varabilecekler için eğlendirici olduğu kesin. Sondaki jenerikler ise ayrı bir hikaye!.. Sakın erken çıkmayın.      


Bir eşcinselin iki günü

HAFTASONU 
(Weekend)

Yönetim ve senaryo: Andrew Haig
Görüntü: Urszula Pontikos
Müzik: James Edward Barker
Oyuncular: Tom Cullen, Chris New, Jonathan Race, Laura Freeman, Loreto Murray/ İngiliz filmi

 

İngiltere’nin Nottingham kentinde, 30’larına yaklaşmış bir eşcinselin bir  haftasonu serüveni...

Serüveni dediysem, çok şey beklemeyin... Sadece kimi ‘gay’, kimisi ise ‘straight’ farklı çevrelerde, tanıdık-tanımadık yüzlerle kadeh tokuşturma, gay ya da değil ilişkiler kurma çabası. Özellikle de Russell’in bir gay klubün tuvaletinde tanıdığı Glen’le cinsel olduğu kadar duygusal bir serüvene atılma deneyimi...

Bu İngiliz bağımsızı, anlattığı hikâyenin görece cesaretine uygun bir sinema değeri taşımıyor, ne yazık ki... Bu tür hikâyelerde, gay olup olmamanın çok ötesinde, inandırıcı olmak, kahramanlarını bize iyi tanıtmak, onlara ilgi duymamızı sağlamak gerekiyor. Tüm aşk ve ilişki filmlerinde olduğu gibi...

Oysa 2011 yapımı ve bu arada hayli festival dolaşmış (bizde de if bağımsız filmler festivaline gelmiş) bu film, sinemasal açıdan hiçbir pırıltı içermiyor. Ne senaryoda hatırlanacak tek bir replik, zekâ pırıltısı taşıyan tek bir diyalog var. (En azından ilk bir saatinde, çünkü ben sonra çıktım!). Ne sinemasında bir canlılık, hatta bir  kıpırtı.

Tersine, kadın görüntü yönetmeni, birçok sahnede hangi aktörü net, hangisini flu göstereceğine karar veremiyor ve genelde ilgi çekici bir şeyler yapan veya söyleyen hep flu kalıyor. Ne sinir bozucu!...

Oyunculukların da son derece amatörce olduğunu söylemeliyim. Eee, geriye ne kaldı? Sadece yazar-yönetmenin mutlaka kendi deneyimlerinden kaynaklanan belli bir içtenlik belki... Bu kadarı yeter mi?